Kurt bir gün dolaşmaya çıkar, yolda halsiz, bitkin yatan bir çakala rastlar.
“Ne oldu sana?” diye sorar.
Çakal ağlamaklı bir sesle, “Açım kurt kardeş, ölüyorum…” der.
Kurt, “Takıl peşime,” deyip yürümeye başlar.
Çayırda bir at sürüsüne gelirler. Kurt, çakala döner:
“Ulan çakal, gözlerime bak! Gözlerimden ateş çıkıyor mu?”
Çakal şaşkın: “Bilmiyorum abi…”
Bir tokat!
“Gözlerinden ateş fışkırıyor diyeceksin lan!”
Çakal hemen hizaya gelir: “Gözlerinden ateş fışkırıyor abi!”
Kurt yeniden sorar:
“Tüylerim diken diken oldu mu?”
Çakal yine bilmez…
Bir tokat daha!
“Oldu diyeceksin lan!”
“Tamam abi, oldu!”
Sonunda kurt sürüye dalar, bir tay kapar, çakala bırakır ve çekip gider.
Doyan çakalın özgüveni yerine gelmiştir. Göğsü kabarık gezerken, yolda açlıktan kırılan bir tilkiyle karşılaşır.
Aynı hikâye… Aynı sorular… Aynı tokatlar…
Ve çakal, kurt sandığı o cılız cesaretiyle sürüye dalar…
Ama bu kez bir anne at, çakala öyle bir çifte atar ki çakal iki seksen yerde uzanır.
Tilki yanına koşar:
“Ne oldu kardeş?”
Çakal inler:
“Ya tilki… Kurt da böyle yaptı ve tayı kapıp getirdi. Ben neden yapamadım?”
Tilki gülerek cevap verir:
“Ulan çakal… Kurt kurtluğunu yapar. Sen çakalsın. Çakal doğdun, çakal kalırsın.
Nerede görülmüş çakalın kurt olduğu?”
Masal burada biter.
Ama hayatın masalı devam eder.
Ego ve kibir, insanın aklını değil gözünü büyütür. Kendini olduğundan büyük sanan, başkasının omuzlarına basarak yükseldiğini zanneder; ama ilk sarsıntıda ayakta kalacak gücü olmadığı ortaya çıkar. Ödünç alınmış cesaretle racon kesen, sınırlarını unutan her hevesli, eninde sonunda gerçek ağırlığıyla yüzleşir. Hayat, haddini bilmeyen egoyu mutlaka törpüler; bazen sert, bazen utandırarak… ama mutlaka.
