Çanakkale Haber

Prof Dr. Orhan KAVUNCU
Köşe Yazarı
Prof Dr. Orhan KAVUNCU
 

28 ŞUBAT 1997 YİRMİ YIL SONRA

“Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? “Tarih”i tekerrür diye ta’rif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?” Mehmet Akif Ersoy (r.a.) Dile kolay, 28 Şubat darbesinin üzerinden tam 20 yıl geçmiş… Türkiye bir daha böyle günler görmesin diyoruz ama ama Türkiye geçen 20 yıl içinde iki müdahaleyle daha karşılaştı. Birincisi meşhur e-muhtıra 2007’de, 28 Şubattan 10 yıl iki yıl sonra internet sayfalarında yer aldı. İkincisi de geçtiğimiz 2016 yılının 15 Temmuzunda, 28 Şubattan tam 19 yıl 4 ay 17 gün sonra girişilen denemeydi. Bu tip denemeler, ne yazık ki, demokrasimiz ilerleyip devlet yönetiminde eline bir güç geçirme imkânı olan herkes tarafından hukuk devleti ilkesi benimsenmedikçe olmaya devam edecek gibi görünüyor. 28 Şubat 1997 tarihinde Milli Güvenlik Kurulu, “İrtica ve İrticayla Mücadele Yolları” konulu tek gündem maddesiyle toplandı. Bu toplantının önemi neydi, böyle bir tek gündem maddesine niçin ihtiyaç duyulmuştu? O günleri milletvekili sıfatıyla yaşayan birisi olarak bir özet yapmam faydalı olur diye düşünüyorum. Aşağıdaki yazıda bu özeti okuyacaksınız. Fakat ondan önce bir şeyi hatırlamak ve hatırlatmak gerekiyor. O günlerde iktidarda olan Refah Partisinin dünya görüşünü ve fikirlerini benimsemediği halde onu savunan, ona ve yandaşlarına karşı yapılan uygulamaları doğru bulmayan aydınlar vardı. Sahi onlar ne için RP’ye ve yandaşlarına, başörtülü kızlarımıza sahip çıkmış, mağdurun yanında yer almıştı?              *                               *                                   * 28 Şubat 1997’ye giden süreç 24 Aralık 1995 seçimlerinden çok önce başlamıştı. 1991’de de Refah Partisi, Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi ile birlikte seçime girmiş ve 62 milletvekili çıkarmıştı; bunların 19’u MÇP’den, 3’ü de IDP’den idi. Bunlar bir müddet sonra kendi partilerine döndüler; RP 40 milletvekiliyle yoluna devam etti. 20 Ekim 1991 tarihinde yapılan seçimlerde DYP %27 oy ve 178 milletvekiliyle birinci parti olmuştu. SHP ile koalisyon hükümeti kuran DYP’ye MÇP de güvenoyu verdi. Zaten seçimlerde RP ile iş birliği iki partinin tabanlarını yakınlaştırmıştı. DYP-SHP koalisyonuna destek MÇP’nin muhafazakâr tabanında rahatsızlığa yol açtı. Bir de o günlerde TSK ve yargı mensuplarının “irticayla mücadele” kapsamında yürüttükleri kampanyalara karşı DYP ve ANAP sessiz kalıyor, MÇP (26 Aralık 1992’den sonra MHP) ise bir şekilde destek veriyordu. O 1991–1994 yıllarında şehit anneleri, oğlu için garnizonlarda yapılan törenlere başörtülü olduğu için alınmıyor, TSK lojmanlarına ve orduevlerine başörtülü girilemiyor, YAŞ toplantılarında onlarca subay ve astsubay gerçekten ciddi kabul edilemeyecek sebeplere dayandırılan mürteci (irticacı)/ gerici/ yobaz gibi suçlamalarla ordudan atılıyordu. Türkiye’de irtica (ya da o günlerin ifadesiyle, “fundamentalist İslâm” karşılığı olarak “kökten dincilik”), bölücü terörle birlikte en ciddi iki tehlikeden biri sayılmaya başlamıştı. Üniversitelerde başörtüsü yasağının kalkmasıyla ilgili yasal değişiklikler tartışmalara açık bir şekilde uygulanamıyor, yasak, bir şekilde devam ediyordu. DYP ve ANAP arasında merkez sağı temsil noktasında yoğunlaşan rekabet, muhafazakâr seçmeni kazanma/ kaybetmeme mücadelesi olmak gerekirken, laik/Kemalist TSK ve yargı mensuplarına şirin görünme yarışına dönüştü. TSK ve yargının baskıcı tutumu karşısında partilerinden siyasi bir direnç bekleyen DYP ve ANAP tabanı bunu göremeyince hızla RP saflarına kaymaya başladı.    Türkiye 24 Aralık 1995 erken seçimlerine bu ilerici/gerici ya da laik/İslâmcı gerginliğiyle girdi. SeçimlerdenRefah Partisi oyların % 21,4’ünü alarak, 450’den 550’ye çıkarılmış olan toplam milletvekillerinin 158’ini kazanarak birinci parti oldu. Teamüllere uygun olarak Cumhurbaşkanı merhum Demirel hükümet kurma görevini RP Genel Başkanı merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan’a verdi, ama diğer partilerden destek bulmayan Erbakan görevi iade etti. Seçimlerden hemen sonra ANAP ile DYP, Meclis dışı laik güçlerin baskısıyla, bir araya geldi. Ancak Mart 1996’da kurulan bu 53. Hükümet, ANAYOL hükümeti üç ay gibi bir süre sonunda istifa etti. Çünkü güvenoyu, mevcut milletvekili sayısının (544) salt çoğunluğu olan 273 ile değil, 257 oy ile alınmış, RP de bu oylamanın iptali için Anayasa Mahkemesine dava açmıştı. Mahkeme itirazı haklı bulunca Mesut Yılmaz güven oylamasını beklemeden istifa etti. Teamülleri yine uygulamak durumunda kalan Cumhurbaşkanı rahmetli Demirel, hükümeti kurma vazifesini 28 Haziran 1996’da RP Genel başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’a verdi. Siyasi tarihimize Refah-Yol olarak geçen 54. Hükümet, 8 Temmuz 1996 tarihinde TBMM’den salt çoğunluğu kıl payı geçerek 278 güvenoyu aldı. Hükümette Doğruyol Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Tansu Çiller Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak görev yapıyordu. İki parti arasında imzalanan protokole göre, iki yıl sonra Tansu Çiller Başbakan olacaktı. Burada güven oylamasında salt çoğunluğun sağlanmasında BBP’nin kilit rolü oynadığını vurgulamakta yarar var. BBP milletvekilleri güvenoyu vermeselerdi veya güven oylamasına katılmasalardı güvenoylarının sayısı 217’de kalacak, yani Refahyol hükümeti güvenoyu alamayacaktı. BBP üzerinde hükümeti desteklememesi için çok baskı vardı. Hükümet tarafı da sıkışmıştı. İstenilse birkaç bakanlık ve bürokrasi önemli görevler alınabilirdi. Veya muhalefetle işbirliği yapılsa alternatif hükümetten önemli avantajlar sağlanabilirdi. Merhum Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları bunların hiçbirine tenezzül etmedi. Bazılarımız güvenoyu vermeme temayülündeydi. Ama parti kararına uyduk ve merhum Muhsin Başkanın “Muhsin Yazıcıoğlu Müslümanların iktidarına engel oldu dedirtmeyeceğim” ifadelerinin özetlediği gerekçeyle hep birlikte güvenoyu verdik.  Laikliği, “dindarların devlet kademelerinde görev yapmaması, işbaşına gelmemesi” şeklinde algılayan malum çevre Merhum Necmettin Erbakan’ın başbakanlığına ve RP’nin koalisyonun büyük ortağı olmasına tahammül edemiyordu. İktidar muhtemelen bu çevrenin etkisi altında bir “Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği” çıkardı. Bu yönetmelik Refah-Yol hükümetince kabul edilmişti. Bakanlar Kurulu Kararı 30 Eylül 1996 tarihinde alınmış, fakat resmî gazetede yayınlanması 9 Ocak 1997’yi bulmuştu. Diğer taraftan 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanununun meşhur 35. Maddesi “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır”şeklindeydi. 28 Şubat müdahalesinde askerlerin kendilerine meşruiyet sağladığını düşündükleri bu iki mevzuat, 28 Şubat 1997 tarihli Güvenlik Kuruluna gelirken yaptıkları hazırlıkların da, onlara göre hukuki mesnedini oluşturuyordu.O toplantıdan önce askerler hemen her devlet kurumuna albay ve binbaşı seviyesinde iki asker göndererek denetim yapıyordu. 28 Şubattan önceki günlerde rahmetli Necmettin Erbakan başbakan olarak merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nu Meclisteki odasında ziyaret etmiş ve bu olanları şu şekilde anlatmıştı: “her bakanlığa bir albay bir binbaşı gönderip kendilerince kontrol yapıyorlar. Hangi yetkiyle kardeşim? Arkadaşlara talimat verdim, klasörler dolusu bilgiyi cumhurbaşkanına götürüp Genel Kurmay Başkanını çağır diyeceğim.” Muhsin başkan da “muhterem hocam siz cumhurbaşkanımıza gidersiniz de o Genel Kurmay Başkanını çağırır mı acaba?” diye sorunca da, “çağırır; Demirel benim Teknik Üniversiteden arkadaşımdır, beni kırmaz” demişti. Sincan Belediyesince 30 Ocak 1997’de düzenlenen Kudüs gecesi laik/ilerici basın tarafından “irtica hortluyor” şeklinde verilince asker harekete geçti. Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay başkanı Orgeneral Doğu Aktolga’nın talimatıyla Etimesgut Zırhlı Birliklerden 20 kadar tank ve 15 kadar diğer askeri araçlardan oluşan konvoy Sincan sokaklarında “irticaya (!) karşı” gövde gösterisi yaptı (http://www.dunyabulteni.net/haber/353476/28-subata-giden-surec-sincanda-tanklar-yurudu). Sincan’da tankların yürümesi gerginliği tırmandırmıştı. Önce Genel Kurmay Başkanlığı bunun rutin bir tatbikat olduğunu söyledi ama daha sonra Orgeneral Çevik Bir meşhur “demokrasimize balans ayarı yaptık” sözleriyle duruma açıklık getirdi. Hükümet sert tepkiler gösterdi ama Devlet Güvenlik Mahkemesi Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız ve Kudüs gecesi toplantısını düzenleyen arkadaşları aleyhine dava açmıştı. Merhum Muhsin Yazıcıoğlu da “ordu gözbebeğimizdir ama namlusunu millete çevirmiş tanka selam durmam” sözünü o zaman söylemişti. Bekir Yıldız 4 yıl 7 ay ağırlaştırılmış hapis cezasına, arkadaşları da benzer cezalara mahkûm edildiler. İktidar zor günler yaşıyordu. Asker Genel Kurmaya önce basın mensuplarını, sonra yargı mensuplarını çağırarak bilgilendirme toplantıları düzenliyordu. 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulun toplantısı işte bu şartlar altında yapıldı. 9 saat sürdüğü söylenen toplantıda, asker üyeler Refah Partisinin “irticai” eylemlerini dile getirdiler ve Erbakan’ın özellikle Konya’da yapılan mitinglerdeki sözlerinden, atılan sloganlardan oluşmuş görüntü leri sundular. Toplantı sonunda 18 maddelik bir karar metni kabul edildi. Bu kararlarda laikliğin titizlikle korunması, her türlü dinci faaliyete ve personele karşı TSK’nın uygulamalarının diğer devlet kurumlarınca da örnek alınması, sekiz yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi, dinci tarikat ve örgütlerin yurtlarının, kurs ve dershanelerinim MEB tarafından ciddi şekilde denetlenmesi gibi hükümler vardı. 21 Mayıs 1997 tarihinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, “yasadışı eylemlerin odağı olduğu ve bazı üyelerinin rejimi hedef alan girişimleri olduğu” gerekçesiyle Refah Partisinin kapatılması için Anayasa Mahkemesine dava açtı. Kapatma davası açılması üzerine Erbakan Başbakanlıktan, görevi Tansu Çiller’e aralarındaki protokolün öngördüğü tarihten bir sene önce devretmek üzere, istifa etti. TBMM’den gerekli sayıda imza da toplandığı halde cumhurbaşkanı rahmetli Demirel, daha önce kendisi için yapılan bir uygulamayı emsal almadı ve hükümeti kurma görevini mecliste sandalye sayısı bakımından ikinci sırada olan ANP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdi. Erbakan merhum o günleri “hükümetin önünde iki seçenek vardı. Birincisi ordunun bu yaptıklarına rest çekip istifa etmek ve sine-yi millete dönmek, ikincisi uzlaşma ve ikna yolunu denemek. Biz uzlaşmayı seçtik” sözleriyle anlatmaktadır. Mesut Yılmaz’ın kurduğu Anasol-D hükümeti olarak tarihe geçen 55. hükümet meclisten güvenoyu aldı. 28 Şubat MGK kararları doğrultusunda başlayan uygulamalar, her zaman olduğu gibi, kıyımlara yol açtı, mağduriyetler yaşandı. TSK inisiyatifinde Başbakanlık bünyesinde bir Batı Çalışma Grubu oluşturulmuştu. İnsanlar haksız yere fişleniyor, sürgün ediliyor, açığa alınıyor, bir kurumu kazanmış olanların atamaları yapılmıyordu. Başörtülü çocuklarımız üniversitelerden atıldı. İmam Hatip ve diğer meslek liseleri mezunu memleket evlatları, “orta öğretim başarı puanı” normal lise çıkışlıların altına çekilmek suretiyle mağdur edildi. Fırsat eşitliği ilkesi irtica tehdidine (!) kurban edilmişti.              *                               *                                   * Türkiye’de yaşayan herkes 28 Şubatlardan ders çıkarmalıdır. Bu derslerden birisini daha o günler yaşanırken Başbakanlıkta Erbakan ve Çiller ile krizin aşılması için BBP milletvekillerinin de imzasının istendiği bir görüşmesinden sonra merhum Muhsin Yazıcıoğlu söylemişti: “Türkiye İran olmaz, Cezayir de olmaz, Suriye olmasına da biz müsaade etmeyiz.” Bu sözlerin anlamı neydi? TSK içinde bir cuntanın faaliyetlerinden bahsediliyordu. Suriye’deki gibi bir azınlığın yönetimi ele geçirip, BAAS tip bir dikta rejimi kurmak istedikleri duyumları alıyorduk. Hatta Erbakan’ın istifa ettiği Haziran ortalarında bir darbe olacağı söylentileri yayılmıştı. Muhsin Başkan işte bu söylentileri ve kendisine gelen özel bilgileri de üçlü görüşmede paylaşmış ve toplantı çıkışında yaptığı açıklamada bu sözleri söylemişti. Akabinde biz BBP milletvekilleri de Başbakanlık görevinin Tansu Çiller’e verilmesi yönünde ihsası rey yaptık, bir dilekçeyle de bu irademizi ilgililere sunduk, kamuoyuna da açıkladık. Tabii alınması gereken ders nedir? Ve bilhassa kimler bu dersi almalıdır? Güç sahibi olmak üzere siyaset yapanlar en başta bu dersi almalıdır. İkinci sırada devlet yönetiminde söz sahibi üst kademe bürokratlardır, askerler, hâkimler, savcılar, öğretim üyeleri ve öğretmenler, din adamları, sonra esnaf, iş adamı, avukat, muhasebeci, sonra için, çiftçi… Yani herkes bu dersi almalıdır. Peki, nedir o ders? O günlerde askerin baskısı karşısında Muhsin Başkan’ın geri adım atmamak düşüncesini paylaşanlar da vardı ama bunlar çok değildi. Sonradan herkes sadece Demirel’i suçladı ama siyasi liderlerin nerdeyse tamamı gereken direnci göstermedi. Oysa göstermeliydiler. Hukukun çizdiği satıhta kalarak, MGK’da askerin karşısında gerekçeleri sağlam bir şekilde dik durulsaydı, öyle inanıyorum ki asker de hukukun üstünlüğü ilkesine uymak zorunda kalacaktı. Bir ders budur. Kişi veya parti menfaatleri için değil de devlet idaresinde ilkelerin uygulanması için ve milletin menfaati için “ya devlet başa ya kuzgun leşe” düsturuyla “icra-yı devlet” ve “icra-yı hükümet” edebilmek gerekir. İkinci ders: İnsanlar gücü elinde bulunduranlardan beklediklerini, güç kendilerinde oldu ğu zaman  yapmıyorsa, öncekiler gibi yapıyorsa, yani güç herkes tarafından aynı şekilde kötü kullanılıyorsa bir şey değişmiyor demektir. 28 Şubat darbesini değerlendirirken bunu (ders almayı) hep aklımızda bulundurmalıyız. Ve ne yazık ki bu ders alınamamış görünüyor. Ders alınsaydı, 2005’li yıllarda Türkiye mitingleri yapılmaz, halkın tercihine karşı anlamsız bir direnç gösterilmezdi. Ders alınsaydı 27 Nisan 2007’de e-muhtıra verilmezdi, 2007-2008 yıllarında muharref Ergenekon adıyla muhayyel bir “derin devlet” örgütlenmesi iddiasıyla dava açılmazdı. Ders alınsaydı Balyoz davası sulandırılmazdı. Ders alınsaydı Gezi olayları hem göstericiler hem de olayları bastıran hükümet bakımından daha olgun şekilde cereyan edebilirdi. Ders alınsaydı 15 Temmuz darbe rezaleti yaşanmazdı. Burada hatırlamamız gereken bir değişiklikten de bahsetmemiz lazım: yukarıda sözünü ettiğimiz TSK 211 sayılı İç Hizmet Kanununun 35. Maddesi 13 Temmuz 2013 tarihinde yürürlüğe giren 6496 sayılı kanunun 18. Maddesiyle aşağıdaki gibi değiştirildi: “Madde 35 – (Değişik: 13/7/2013-6496/18 md.) Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır.” Yani artık TSK’nın “Türkiye cumhuriyetini kollamak ve korumak” görevi yoktur. Bu önemli bir değişikliktir. Artık kimse arkasına askeri alarak laiklik adına kabadayılık yapamayacaktır. Fikirlerini özgürce söylemeleri, laik düşünceyi savunmaları, benimsetmeye ç alışmaları, parti kurarak laik bir iktidar oluşturma çabaları önünde bir engel yoktur, olmamalıdır da. Bu durum sadece laikler için değil herkes için geçerlidir. Devleti ele geçirmeye, ortadan kaldırmaya, ülkeyi bölmeye yönelik girişimleri propaganda etmek hariç hiçbir düşünce suç sayılmamalıdır. Herkes fikrini özgürce söyleyebilmelidir. İktidar gücünü eline geçiren, intikam alabilmek, hasımlarını ezmek uğruna hukuku ihlâl etmeyi aklına dahi getirmemelidir. Bu bir toplumsal mutabakat demektir. Suçlu suçunun cezasını görmeli, ama suçsuz kimseler sadece “bizden değil, onlardan” diye mağdur edilmemelidir. Aksi takdirde Türkiye belki 1808 “sened-i ittifak” günlerinden, hatta daha öncelerinden beri içine düştüğü kısır döngüden çıkamaz. Ergenekon ve balyoz davaları, bu kadar sulandırılmasa, kurunun yanında kurunun belki 10 misli olan yaşlar da yakılmaya niyet edilmeseydi Türkiye bu duruma düşmezdi. 28 Şubat’ta İmam Hatiplilerin elinden üniversiteye girme imkânı alınınca İmam hatiplerin lise kısmı cazibesini kaybetti, sekiz yıllık kesintisiz eğitim uygulamasıyla İmam Hatiplerin orta kısımları da kapatıldı. Fırsat eşitliği ilkesi fiilen rafa kalktı. Şimdi siz bu haksızlığı ortadan kaldıracağım derken, başka haksızlıklara yol açıyorsanız 28 Şubattan gerekli dersi çıkaramamışsınız demektir. Yarın da bir başkası eline güç geçirip, kendisine yapılan haksızlıkları telâfi etmek niyetiyle yola çıkacak ama onun uygulamalarıyla da birkaç kurunun yanında onlarca yaş yanacak; kısır döngü devam edip gidecek demektir. Karşı olunan şey, Baas benzeri belli bir zihniyetin veya zümrenin tahakkümü değil, herhangi bir zihniyetin veya zümrenin tahakkümü olursa Türkiye kuralların uygulandığı bir hukuk devleti olur. Yok, eğer bu kısır döngü devam ederse iktidar gücünü elinde bulunduranlar kendisi gibi düşünmeyenlere yaşama hakkı tanımazsa, bunun Baas rejiminden ne farkı kalır? Türkiye bunu hak etmiyor. Türk insanı buna müstahak değildir. Daha adil, daha insaflı, daha dirayetli, dışarıya karşı daha azametli ve vakur, içeriye karşı da daha müşfik ve merhametli idareler bu memlekete çok değil Allah’ım!
Ekleme Tarihi: 06 Nisan 2017 - Perşembe
Prof Dr. Orhan KAVUNCU

28 ŞUBAT 1997 YİRMİ YIL SONRA

“Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
“Tarih”i tekerrür diye ta’rif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”

Mehmet Akif Ersoy (r.a.)

Dile kolay, 28 Şubat darbesinin üzerinden tam 20 yıl geçmiş… Türkiye bir daha böyle günler görmesin diyoruz ama ama Türkiye geçen 20 yıl içinde iki müdahaleyle daha karşılaştı. Birincisi meşhur e-muhtıra 2007’de, 28 Şubattan 10 yıl iki yıl sonra internet sayfalarında yer aldı. İkincisi de geçtiğimiz 2016 yılının 15 Temmuzunda, 28 Şubattan tam 19 yıl 4 ay 17 gün sonra girişilen denemeydi. Bu tip denemeler, ne yazık ki, demokrasimiz ilerleyip devlet yönetiminde eline bir güç geçirme imkânı olan herkes tarafından hukuk devleti ilkesi benimsenmedikçe olmaya devam edecek gibi görünüyor.

28 Şubat 1997 tarihinde Milli Güvenlik Kurulu, “İrtica ve İrticayla Mücadele Yolları” konulu tek gündem maddesiyle toplandı. Bu toplantının önemi neydi, böyle bir tek gündem maddesine niçin ihtiyaç duyulmuştu? O günleri milletvekili sıfatıyla yaşayan birisi olarak bir özet yapmam faydalı olur diye düşünüyorum.

Aşağıdaki yazıda bu özeti okuyacaksınız. Fakat ondan önce bir şeyi hatırlamak ve hatırlatmak gerekiyor. O günlerde iktidarda olan Refah Partisinin dünya görüşünü ve fikirlerini benimsemediği halde onu savunan, ona ve yandaşlarına karşı yapılan uygulamaları doğru bulmayan aydınlar vardı. Sahi onlar ne için RP’ye ve yandaşlarına, başörtülü kızlarımıza sahip çıkmış, mağdurun yanında yer almıştı?

             *                               *                                   *

28 Şubat 1997’ye giden süreç 24 Aralık 1995 seçimlerinden çok önce başlamıştı. 1991’de de Refah Partisi, Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi ile birlikte seçime girmiş ve 62 milletvekili çıkarmıştı; bunların 19’u MÇP’den, 3’ü de IDP’den idi. Bunlar bir müddet sonra kendi partilerine döndüler; RP 40 milletvekiliyle yoluna devam etti. 20 Ekim 1991 tarihinde yapılan seçimlerde DYP %27 oy ve 178 milletvekiliyle birinci parti olmuştu. SHP ile koalisyon hükümeti kuran DYP’ye MÇP de güvenoyu verdi. Zaten seçimlerde RP ile iş birliği iki partinin tabanlarını yakınlaştırmıştı. DYP-SHP koalisyonuna destek MÇP’nin muhafazakâr tabanında rahatsızlığa yol açtı. Bir de o günlerde TSK ve yargı mensuplarının “irticayla mücadele” kapsamında yürüttükleri kampanyalara karşı DYP ve ANAP sessiz kalıyor, MÇP (26 Aralık 1992’den sonra MHP) ise bir şekilde destek veriyordu.


O 1991–1994 yıllarında şehit anneleri, oğlu için garnizonlarda yapılan törenlere başörtülü olduğu için alınmıyor, TSK lojmanlarına ve orduevlerine başörtülü girilemiyor, YAŞ toplantılarında onlarca subay ve astsubay gerçekten ciddi kabul edilemeyecek sebeplere dayandırılan mürteci (irticacı)/ gerici/ yobaz gibi suçlamalarla ordudan atılıyordu. Türkiye’de irtica (ya da o günlerin ifadesiyle, “fundamentalist İslâm” karşılığı olarak “kökten dincilik”), bölücü terörle birlikte en ciddi iki tehlikeden biri sayılmaya başlamıştı. Üniversitelerde başörtüsü yasağının kalkmasıyla ilgili yasal değişiklikler tartışmalara açık bir şekilde uygulanamıyor, yasak, bir şekilde devam ediyordu.

DYP ve ANAP arasında merkez sağı temsil noktasında yoğunlaşan rekabet, muhafazakâr seçmeni kazanma/ kaybetmeme mücadelesi olmak gerekirken, laik/Kemalist TSK ve yargı mensuplarına şirin görünme yarışına dönüştü. TSK ve yargının baskıcı tutumu karşısında partilerinden siyasi bir direnç bekleyen DYP ve ANAP tabanı bunu göremeyince hızla RP saflarına kaymaya başladı.   

Türkiye 24 Aralık 1995 erken seçimlerine bu ilerici/gerici ya da laik/İslâmcı gerginliğiyle girdi. SeçimlerdenRefah Partisi oyların % 21,4’ünü alarak, 450’den 550’ye çıkarılmış olan toplam milletvekillerinin 158’ini kazanarak birinci parti oldu. Teamüllere uygun olarak Cumhurbaşkanı merhum Demirel hükümet kurma görevini RP Genel Başkanı merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan’a verdi, ama diğer partilerden destek bulmayan Erbakan görevi iade etti. Seçimlerden hemen sonra ANAP ile DYP, Meclis dışı laik güçlerin baskısıyla, bir araya geldi. Ancak Mart 1996’da kurulan bu 53. Hükümet, ANAYOL hükümeti üç ay gibi bir süre sonunda istifa etti. Çünkü güvenoyu, mevcut milletvekili sayısının (544) salt çoğunluğu olan 273 ile değil, 257 oy ile alınmış, RP de bu oylamanın iptali için Anayasa Mahkemesine dava açmıştı. Mahkeme itirazı haklı bulunca Mesut Yılmaz güven oylamasını beklemeden istifa etti.

Teamülleri yine uygulamak durumunda kalan Cumhurbaşkanı rahmetli Demirel, hükümeti kurma vazifesini 28 Haziran 1996’da RP Genel başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’a verdi. Siyasi tarihimize Refah-Yol olarak geçen 54. Hükümet, 8 Temmuz 1996 tarihinde TBMM’den salt çoğunluğu kıl payı geçerek 278 güvenoyu aldı. Hükümette Doğruyol Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Tansu Çiller Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak görev yapıyordu. İki parti arasında imzalanan protokole göre, iki yıl sonra Tansu Çiller Başbakan olacaktı.

Burada güven oylamasında salt çoğunluğun sağlanmasında BBP’nin kilit rolü oynadığını vurgulamakta yarar var. BBP milletvekilleri güvenoyu vermeselerdi veya güven oylamasına katılmasalardı güvenoylarının sayısı 217’de kalacak, yani Refahyol hükümeti güvenoyu alamayacaktı. BBP üzerinde hükümeti desteklememesi için çok baskı vardı. Hükümet tarafı da sıkışmıştı. İstenilse birkaç bakanlık ve bürokrasi önemli görevler alınabilirdi. Veya muhalefetle işbirliği yapılsa alternatif hükümetten önemli avantajlar sağlanabilirdi. Merhum Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları bunların hiçbirine tenezzül etmedi. Bazılarımız güvenoyu vermeme temayülündeydi. Ama parti kararına uyduk ve merhum Muhsin Başkanın “Muhsin Yazıcıoğlu Müslümanların iktidarına engel oldu dedirtmeyeceğim” ifadelerinin özetlediği gerekçeyle hep birlikte güvenoyu verdik. 

Laikliği, “dindarların devlet kademelerinde görev yapmaması, işbaşına gelmemesi” şeklinde algılayan malum çevre Merhum Necmettin Erbakan’ın başbakanlığına ve RP’nin koalisyonun büyük ortağı olmasına tahammül edemiyordu. İktidar muhtemelen bu çevrenin etkisi altında bir “Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği” çıkardı. Bu yönetmelik Refah-Yol hükümetince kabul edilmişti. Bakanlar Kurulu Kararı 30 Eylül 1996 tarihinde alınmış, fakat resmî gazetede yayınlanması 9 Ocak 1997’yi bulmuştu. Diğer taraftan 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanununun meşhur 35. Maddesi “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır”şeklindeydi.

28 Şubat müdahalesinde askerlerin kendilerine meşruiyet sağladığını düşündükleri bu iki mevzuat, 28 Şubat 1997 tarihli Güvenlik Kuruluna gelirken yaptıkları hazırlıkların da, onlara göre hukuki mesnedini oluşturuyordu.O toplantıdan önce askerler hemen her devlet kurumuna albay ve binbaşı seviyesinde iki asker göndererek denetim yapıyordu. 28 Şubattan önceki günlerde rahmetli Necmettin Erbakan başbakan olarak merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nu Meclisteki odasında ziyaret etmiş ve bu olanları şu şekilde anlatmıştı: “her bakanlığa bir albay bir binbaşı gönderip kendilerince kontrol yapıyorlar. Hangi yetkiyle kardeşim? Arkadaşlara talimat verdim, klasörler dolusu bilgiyi cumhurbaşkanına götürüp Genel Kurmay Başkanını çağır diyeceğim.” Muhsin başkan da “muhterem hocam siz cumhurbaşkanımıza gidersiniz de o Genel Kurmay Başkanını çağırır mı acaba?” diye sorunca da, “çağırır; Demirel benim Teknik Üniversiteden arkadaşımdır, beni kırmaz” demişti.

Sincan Belediyesince 30 Ocak 1997’de düzenlenen Kudüs gecesi laik/ilerici basın tarafından “irtica hortluyor” şeklinde verilince asker harekete geçti. Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay başkanı Orgeneral Doğu Aktolga’nın talimatıyla Etimesgut Zırhlı Birliklerden 20 kadar tank ve 15 kadar diğer askeri araçlardan oluşan konvoy Sincan sokaklarında “irticaya (!) karşı” gövde gösterisi yaptı (http://www.dunyabulteni.net/haber/353476/28-subata-giden-surec-sincanda-tanklar-yurudu).

Sincan’da tankların yürümesi gerginliği tırmandırmıştı. Önce Genel Kurmay Başkanlığı bunun rutin bir tatbikat olduğunu söyledi ama daha sonra Orgeneral Çevik Bir meşhur “demokrasimize balans ayarı yaptık” sözleriyle duruma açıklık getirdi. Hükümet sert tepkiler gösterdi ama Devlet Güvenlik Mahkemesi Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız ve Kudüs gecesi toplantısını düzenleyen arkadaşları aleyhine dava açmıştı. Merhum Muhsin Yazıcıoğlu da “ordu gözbebeğimizdir ama namlusunu millete çevirmiş tanka selam durmam” sözünü o zaman söylemişti. Bekir Yıldız 4 yıl 7 ay ağırlaştırılmış hapis cezasına, arkadaşları da benzer cezalara mahkûm edildiler.

İktidar zor günler yaşıyordu. Asker Genel Kurmaya önce basın mensuplarını, sonra yargı mensuplarını çağırarak bilgilendirme toplantıları düzenliyordu. 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulun toplantısı işte bu şartlar altında yapıldı. 9 saat sürdüğü söylenen toplantıda, asker üyeler Refah Partisinin “irticai” eylemlerini dile getirdiler ve Erbakan’ın özellikle Konya’da yapılan mitinglerdeki sözlerinden, atılan sloganlardan oluşmuş görüntü

leri sundular. Toplantı sonunda 18 maddelik bir karar metni kabul edildi. Bu kararlarda laikliğin titizlikle korunması, her türlü dinci faaliyete ve personele karşı TSK’nın uygulamalarının diğer devlet kurumlarınca da örnek alınması, sekiz yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi, dinci tarikat ve örgütlerin yurtlarının, kurs ve dershanelerinim MEB tarafından ciddi şekilde denetlenmesi gibi hükümler vardı.

21 Mayıs 1997 tarihinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, “yasadışı eylemlerin odağı olduğu ve bazı üyelerinin rejimi hedef alan girişimleri olduğu” gerekçesiyle Refah Partisinin kapatılması için Anayasa Mahkemesine dava açtı. Kapatma davası açılması üzerine Erbakan Başbakanlıktan, görevi Tansu Çiller’e aralarındaki protokolün öngördüğü tarihten bir sene önce devretmek üzere, istifa etti. TBMM’den gerekli sayıda imza da toplandığı halde cumhurbaşkanı rahmetli Demirel, daha önce kendisi için yapılan bir uygulamayı emsal almadı ve hükümeti kurma görevini mecliste sandalye sayısı bakımından ikinci sırada olan ANP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdi. Erbakan merhum o günleri “hükümetin önünde iki seçenek vardı. Birincisi ordunun bu yaptıklarına rest çekip istifa etmek ve sine-yi millete dönmek, ikincisi uzlaşma ve ikna yolunu denemek. Biz uzlaşmayı seçtik” sözleriyle anlatmaktadır.

Mesut Yılmaz’ın kurduğu Anasol-D hükümeti olarak tarihe geçen 55. hükümet meclisten güvenoyu aldı. 28 Şubat MGK kararları doğrultusunda başlayan uygulamalar, her zaman olduğu gibi, kıyımlara yol açtı, mağduriyetler yaşandı. TSK inisiyatifinde Başbakanlık bünyesinde bir Batı Çalışma Grubu oluşturulmuştu. İnsanlar haksız yere fişleniyor, sürgün ediliyor, açığa alınıyor, bir kurumu kazanmış olanların atamaları yapılmıyordu. Başörtülü çocuklarımız üniversitelerden atıldı. İmam Hatip ve diğer meslek liseleri mezunu memleket evlatları, “orta öğretim başarı puanı” normal lise çıkışlıların altına çekilmek suretiyle mağdur edildi. Fırsat eşitliği ilkesi irtica tehdidine (!) kurban edilmişti.

             *                               *                                   *

Türkiye’de yaşayan herkes 28 Şubatlardan ders çıkarmalıdır. Bu derslerden birisini daha o günler yaşanırken Başbakanlıkta Erbakan ve Çiller ile krizin aşılması için BBP milletvekillerinin de imzasının istendiği bir görüşmesinden sonra merhum Muhsin Yazıcıoğlu söylemişti: “Türkiye İran olmaz, Cezayir de olmaz, Suriye olmasına da biz müsaade etmeyiz.”

Bu sözlerin anlamı neydi? TSK içinde bir cuntanın faaliyetlerinden bahsediliyordu. Suriye’deki gibi bir azınlığın yönetimi ele geçirip, BAAS tip bir dikta rejimi kurmak istedikleri duyumları alıyorduk. Hatta Erbakan’ın istifa ettiği Haziran ortalarında bir darbe olacağı söylentileri yayılmıştı. Muhsin Başkan işte bu söylentileri ve kendisine gelen özel bilgileri de üçlü görüşmede paylaşmış ve toplantı çıkışında yaptığı açıklamada bu sözleri söylemişti. Akabinde biz BBP milletvekilleri de Başbakanlık görevinin Tansu Çiller’e verilmesi yönünde ihsası rey yaptık, bir dilekçeyle de bu irademizi ilgililere sunduk, kamuoyuna da açıkladık.

Tabii alınması gereken ders nedir? Ve bilhassa kimler bu dersi almalıdır? Güç sahibi olmak üzere siyaset yapanlar en başta bu dersi almalıdır. İkinci sırada devlet yönetiminde söz sahibi üst kademe bürokratlardır, askerler, hâkimler, savcılar, öğretim üyeleri ve öğretmenler, din adamları, sonra esnaf, iş adamı, avukat, muhasebeci, sonra için, çiftçi… Yani herkes bu dersi almalıdır. Peki, nedir o ders?

O günlerde askerin baskısı karşısında Muhsin Başkan’ın geri adım atmamak düşüncesini paylaşanlar da vardı ama bunlar çok değildi. Sonradan herkes sadece Demirel’i suçladı ama siyasi liderlerin nerdeyse tamamı gereken direnci göstermedi. Oysa göstermeliydiler. Hukukun çizdiği satıhta kalarak, MGK’da askerin karşısında gerekçeleri sağlam bir şekilde dik durulsaydı, öyle inanıyorum ki asker de hukukun üstünlüğü ilkesine uymak zorunda kalacaktı. Bir ders budur. Kişi veya parti menfaatleri için değil de devlet idaresinde ilkelerin uygulanması için ve milletin menfaati için “ya devlet başa ya kuzgun leşe” düsturuyla “icra-yı devlet” ve “icra-yı hükümet” edebilmek gerekir.

İkinci ders: İnsanlar gücü elinde bulunduranlardan beklediklerini, güç kendilerinde oldu

ğu zaman  yapmıyorsa, öncekiler gibi yapıyorsa, yani güç herkes tarafından aynı şekilde kötü kullanılıyorsa bir şey değişmiyor demektir.

28 Şubat darbesini değerlendirirken bunu (ders almayı) hep aklımızda bulundurmalıyız. Ve ne yazık ki bu ders alınamamış görünüyor. Ders alınsaydı, 2005’li yıllarda Türkiye mitingleri yapılmaz, halkın tercihine karşı anlamsız bir direnç gösterilmezdi. Ders alınsaydı 27 Nisan 2007’de e-muhtıra verilmezdi, 2007-2008 yıllarında muharref Ergenekon adıyla muhayyel bir “derin devlet” örgütlenmesi iddiasıyla dava açılmazdı. Ders alınsaydı Balyoz davası sulandırılmazdı. Ders alınsaydı Gezi olayları hem göstericiler hem de olayları bastıran hükümet bakımından daha olgun şekilde cereyan edebilirdi. Ders alınsaydı 15 Temmuz darbe rezaleti yaşanmazdı.

Burada hatırlamamız gereken bir değişiklikten de bahsetmemiz lazım: yukarıda sözünü ettiğimiz TSK 211 sayılı İç Hizmet Kanununun 35. Maddesi 13 Temmuz 2013 tarihinde yürürlüğe giren 6496 sayılı kanunun 18. Maddesiyle aşağıdaki gibi değiştirildi:

“Madde 35 – (Değişik: 13/7/2013-6496/18 md.) Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır.”

Yani artık TSK’nın “Türkiye cumhuriyetini kollamak ve korumak” görevi yoktur. Bu önemli bir değişikliktir. Artık kimse arkasına askeri alarak laiklik adına kabadayılık yapamayacaktır. Fikirlerini özgürce söylemeleri, laik düşünceyi savunmaları, benimsetmeye ç

alışmaları, parti kurarak laik bir iktidar oluşturma çabaları önünde bir engel yoktur, olmamalıdır da. Bu durum sadece laikler için değil herkes için geçerlidir. Devleti ele geçirmeye, ortadan kaldırmaya, ülkeyi bölmeye yönelik girişimleri propaganda etmek hariç hiçbir düşünce suç sayılmamalıdır. Herkes fikrini özgürce söyleyebilmelidir.

İktidar gücünü eline geçiren, intikam alabilmek, hasımlarını ezmek uğruna hukuku ihlâl etmeyi aklına dahi getirmemelidir. Bu bir toplumsal mutabakat demektir. Suçlu suçunun cezasını görmeli, ama suçsuz kimseler sadece “bizden değil, onlardan” diye mağdur edilmemelidir. Aksi takdirde Türkiye belki 1808 “sened-i ittifak” günlerinden, hatta daha öncelerinden beri içine düştüğü kısır döngüden çıkamaz. Ergenekon ve balyoz davaları, bu kadar sulandırılmasa, kurunun yanında kurunun belki 10 misli olan yaşlar da yakılmaya niyet edilmeseydi Türkiye bu duruma düşmezdi.

28 Şubat’ta İmam Hatiplilerin elinden üniversiteye girme imkânı alınınca İmam hatiplerin lise kısmı cazibesini kaybetti, sekiz yıllık kesintisiz eğitim uygulamasıyla İmam Hatiplerin orta kısımları da kapatıldı. Fırsat eşitliği ilkesi fiilen rafa kalktı. Şimdi siz bu haksızlığı ortadan kaldıracağım derken, başka haksızlıklara yol açıyorsanız 28 Şubattan gerekli dersi çıkaramamışsınız demektir. Yarın da bir başkası eline güç geçirip, kendisine yapılan haksızlıkları telâfi etmek niyetiyle yola çıkacak ama onun uygulamalarıyla da birkaç kurunun yanında onlarca yaş yanacak; kısır döngü devam edip gidecek demektir.

Karşı olunan şey, Baas benzeri belli bir zihniyetin veya zümrenin tahakkümü değil, herhangi bir zihniyetin veya zümrenin tahakkümü olursa Türkiye kuralların uygulandığı bir hukuk devleti olur. Yok, eğer bu kısır döngü devam ederse iktidar gücünü elinde bulunduranlar kendisi gibi düşünmeyenlere yaşama hakkı tanımazsa, bunun Baas rejiminden ne farkı kalır?

Türkiye bunu hak etmiyor. Türk insanı buna müstahak değildir. Daha adil, daha insaflı, daha dirayetli, dışarıya karşı daha azametli ve vakur, içeriye karşı da daha müşfik ve merhametli idareler bu memlekete çok değil Allah’ım!

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve canakkaleninsesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.