Çanakkale Haber

Sünni’nin Sünni’yi Rehin Aldığı Sünni İsyanı mı?

YEREL (İHA) - İhlas Haber Ajansı | 16.06.2014 - 10:21, Güncelleme: 16.06.2014 - 10:21 3644+ kez okundu.
 

Sünni’nin Sünni’yi Rehin Aldığı Sünni İsyanı mı?

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'na göre "19.yy sömürge yüzyılı idi ve Osmanlı İmparatorluğunun tek bir kaygısı vardı, iç bütünlüğünü korumak. Stratejik planın iki aşırı ucu arasında tercih yapılmıştı: Ya mutlak hâkimiyet ya da mutlak terk. Hâkimiyetin kaybedildiği topraklar hemen terk edilmiş ve yeni hatları savunma telaşı içine girilmişti. Osmanlı Devleti'nin sömürgeci güçlerle olan ve sınır-ötesi ve kıta-ölçekli boyutlar da içeren çelişkiler dolayısıyla yüz yüze kaldığı savaşlar ve bunalımlar bu mirası devralan Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasını değişik satıhlarda ülkenin gücünü dağıtan kıtasal mücadele alanlarına girmemeye ve kendi varlığını milli sınırlar içinde güçlendirerek korumaya yönelik politikalara sevk etmişti. Atatürk'ün "Yurtta sulh cihanda sulh" ilkesinin arka planında konjonktürel nitelikli bu realist dış politika muhasebesi bulunmakta idi. Laik ve ulusal nitelikli bir devlet kurma yönündeki iç siyasi dönüşüm çabasının birleşmesi Türkiye ile İslam dünyasının kader çizgisinin ayrıştığı bir tablo ortaya çıkarmıştı. Günümüzde değişen demografik yapı sebebiyle İslam dünyası çoğunluğu Müslümanlardan oluşan ulus devlet sınırları ile sınırlı değildir. Ve Türkiye jeopolitik konumu gereği sınırları İslam ve mezhep birliği üzerinden açarak bölgenin hakimi ve önderi olabilir." Bunları kendi kitabından alıntıladım. Türkiye sadece kendisinin haberdar olduğu, kendine biçtiği bu rol ile sınırları açarken Suriye ve Mısır'da adeta yolunu kaybetti. Son olarak da Musul'daki konsolosluk ve rehine krizi ile de tamamen çöktü. Siyasal İslamcılık, mezhep kavgası ve dayatmasının toplumları nerelere götürdüğünü görmek,  İslamcılık rüyasından süratle uyanmak çok  gerekli iken ; yine iç politikada da aynı ibretlik tablodan ders çıkarmak , kutuplaşma üzerinden oy avcılığından, yok algı yönetimi , yok tabanı konsolide etme gibi bela getirmekte olan stratejilerden ivedi olarak vazgeçmek de hayati önem taşımakta. Sezen Aksu'nun o çok güzel şarkısı gibi sanki IŞİD; "Sen de benim hatalarımdan birisin, sen en büyük günahların bedelisin". 11 Haziran ve Musul Türk Konsolosluğuna baskın ve aralarında çocukların da olduğu rehinelerin alınışı. Bu yazıyı yazdığım saatlerde henüz bir gelişme yok ve bize söylenen rehinelerin "tereyağından kıl çeker gibi" kurtulacakları. 6 güne yayılan bir süreçte ve üstelik örtülü ödenekten dahi karşılanamayacak miktarda fidyelerin konuşulması, ayrıca  IŞİD'in gözü dönmüşlüğünün  de fazlası ile bilinmesi, içim ürperiyor doğrusu. Ya da işin içinde başka bir oyun var. Bizim IŞİD, rehinleri tam Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi mi bırakacak acaba? Başbakanın bu konudaki son açıklamasına baktığımızda olayın Musul olayı gibi değil tamamıyla bir Irak olayı gibi alınması gerektiği, IŞİD unsurlarının bir olayı olmaktan öteye geçtiği, bir mezhep çatışmasına, belki de mezhep savaşına gideceği, iç ve dış dış tahriklerin büyük rol oynadığı vurgulanmakta. Mezhep savaşı olduğu aşikâr da anlaşılmayan bu savaş Şiilere karşı ise neden Türkler rehin alınıyor? Sünni'nin  Sünni'yi rehin aldığı Sünni isyanı mı? Nasıl oluyor ve neden acaba? Belli ki Başbakan rehine olayını ya fazla önemsemiyor ya da IŞİD unsurlarına bir şekilde fazlasıyla güveniyor. Ne de olsa aralarında yakın bir ittifak var. Hepsini bir kenara bırakın, en azından Güneydoğu'da "no name" benzin istasyonlarına benzinin borular ile nasıl geldiğini, paraların kimlere gittiğini herkes çok iyi biliyor. Bu mezhep savaşında hangi tarafı tuttuğumuz ve tuttuğumuz tarafa nasıl kolaylıklar sağladığımızı da duymayan bilmeyen kalmadı artık. Ne zaman ki IŞİD Suriye'de çok önemli kentleri ele geçirip Esad'a değil Suriye muhalefetine karşı savaşmaya başladı, Avrupa ve ABD'den itirazlar çoğaldı. Türkiye mecburen politikasında değişikliğe gitti. Gitti gitmesine ama zaten o vakte kadar  "bizim IŞİD", bizim komşumuz olmuş idi. Irak için artık üçe bölünmeden söz ediliyor. Oysa milyonlarca insanın ölümünden sonra başlayan düzende halkın bir arada yaşamasına yönelik bir yapılanma olsa, tekrar bu karşılıklı hesaplaşmaların yaşanmaması adına her türlü kaşımadan zıtlaşmadan uzak durulsa Irak'ı bölecek bir güç çıkabilir miydi? Ama ne Irak ders almış ne de bu gün Türkiye'nin sınırlarına ve Arap dünyasına bakıp ders aldığı söylenebilir. Maalesef, tüm bu felaket görüntülerine rağmen, İslamcılığı yerleştirebilmek adına Türkiye'de "ince ayar" inceden inceden nakış gibi oyulmaya devam etmekte. Bir örnek vermek istiyorum. 14 Haziran 2014 tarihli resmi gazete yayınlanan "Mekânsal Plan Yönetmeliği" buna ürkütücü bir örnek. Yönetmeliğin 22. maddesine göre imar planlarında mescitler 150 metre mesafe ile küçük camiler 250 metre mesafe ile orta camiler ise 400 metre mesafe ile yer alabilecek. Ya diğer ibadet yerleri ne olacak? İmar planlarında yer almadığına göre yapılamayacak mı? Ya da plansız yerler bulunup oralara kaçak olarak mı yapılacak? Yeni yönetmeliğinin dayanak kanunu olan İmar Kanununda "cami" ifadesi bulunmamakta. İmar kanununun tamamında "ibadet yeri" ifadesi kullanılmış ve hatta 2003 yılında yapılan ek bir düzenleme ile "cami" ifadeleri de kaldırılarak tüm ifadeler "ibadet yeri" olarak değiştirilmiş iken yeni yönetmelikte sadece "cami" ile yetinilmesi hangi resmin görüntüsü acaba? Ki bilinen hukuk kuralı gereği yönetmelikler kanunu aykırı olamaz. Alkolle ilgili yasa değişikliğinde; içki satılan yerler ile örgün eğitim kurumları ve dershaneler, öğrenci yurtları ve ibadethaneler arasında en az yüz metre mesafenin bulunması zorunlu hâle getirilmişti. Bu durumda mescit, küçük cami, orta cami mesafelerinin sıklığında göre içkili yerler ya da içki satan yerler açabilecek yer tayini de acayip bir matematiksel imkânsızlık ile karşı karşıya kalıyor. Belli ki istenen; ibadet yerinin sadece camilerden ibaret olması  ve  nesillerin  de  sadece ve mutlaka  dindar yetişmesi. Demokrat nesiller iktidara ters gelir. Tabii "milli içkimiz" de ayran. Anlaşılan o ki iktidar rüyalarına pek bir derin dalmış. Sınır ötesi rüyadan uyandırılsa da içerde yeni yeni rüyalar görmekten kendisini ala koyamıyor. Halbuki, yaşadığımız  Türkiye, Orta doğunun tüm çelişkilerini bir kenara koyup Sünni-Şii çatışmasında kilit rol oynayacağını sanırken konsolosluğu basılıp çalışanları rehin alınan Türkiye. Ne bölgesel barışı ne iç barışı sağlayamayan ve sağlayamayacak  bir  rüya  bu. Artık tüm felaket kampanaları artan bir kreşendo ile çalmakta. Stratejik derinliğin derin rüyasından uyanma zamanı hala gelmedi mi?  Figen Albuga Çalıkuşu 
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'na göre "19.yy sömürge yüzyılı idi ve Osmanlı İmparatorluğunun tek bir kaygısı vardı, iç bütünlüğünü korumak. Stratejik planın iki aşırı ucu arasında tercih yapılmıştı: Ya mutlak hâkimiyet ya da mutlak terk. Hâkimiyetin kaybedildiği topraklar hemen terk edilmiş ve yeni hatları savunma telaşı içine girilmişti. Osmanlı Devleti'nin sömürgeci güçlerle olan ve sınır-ötesi ve kıta-ölçekli boyutlar da içeren çelişkiler dolayısıyla yüz yüze kaldığı savaşlar ve bunalımlar bu mirası devralan Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasını değişik satıhlarda ülkenin gücünü dağıtan kıtasal mücadele alanlarına girmemeye ve kendi varlığını milli sınırlar içinde güçlendirerek korumaya yönelik politikalara sevk etmişti. Atatürk'ün "Yurtta sulh cihanda sulh" ilkesinin arka planında konjonktürel nitelikli bu realist dış politika muhasebesi bulunmakta idi. Laik ve ulusal nitelikli bir devlet kurma yönündeki iç siyasi dönüşüm çabasının birleşmesi Türkiye ile İslam dünyasının kader çizgisinin ayrıştığı bir tablo ortaya çıkarmıştı. Günümüzde değişen demografik yapı sebebiyle İslam dünyası çoğunluğu Müslümanlardan oluşan ulus devlet sınırları ile sınırlı değildir. Ve Türkiye jeopolitik konumu gereği sınırları İslam ve mezhep birliği üzerinden açarak bölgenin hakimi ve önderi olabilir." Bunları kendi kitabından alıntıladım. Türkiye sadece kendisinin haberdar olduğu, kendine biçtiği bu rol ile sınırları açarken Suriye ve Mısır'da adeta yolunu kaybetti. Son olarak da Musul'daki konsolosluk ve rehine krizi ile de tamamen çöktü. Siyasal İslamcılık, mezhep kavgası ve dayatmasının toplumları nerelere götürdüğünü görmek,  İslamcılık rüyasından süratle uyanmak çok  gerekli iken ; yine iç politikada da aynı ibretlik tablodan ders çıkarmak , kutuplaşma üzerinden oy avcılığından, yok algı yönetimi , yok tabanı konsolide etme gibi bela getirmekte olan stratejilerden ivedi olarak vazgeçmek de hayati önem taşımakta. Sezen Aksu'nun o çok güzel şarkısı gibi sanki IŞİD; "Sen de benim hatalarımdan birisin, sen en büyük günahların bedelisin". 11 Haziran ve Musul Türk Konsolosluğuna baskın ve aralarında çocukların da olduğu rehinelerin alınışı. Bu yazıyı yazdığım saatlerde henüz bir gelişme yok ve bize söylenen rehinelerin "tereyağından kıl çeker gibi" kurtulacakları. 6 güne yayılan bir süreçte ve üstelik örtülü ödenekten dahi karşılanamayacak miktarda fidyelerin konuşulması, ayrıca  IŞİD'in gözü dönmüşlüğünün  de fazlası ile bilinmesi, içim ürperiyor doğrusu. Ya da işin içinde başka bir oyun var. Bizim IŞİD, rehinleri tam Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi mi bırakacak acaba? Başbakanın bu konudaki son açıklamasına baktığımızda olayın Musul olayı gibi değil tamamıyla bir Irak olayı gibi alınması gerektiği, IŞİD unsurlarının bir olayı olmaktan öteye geçtiği, bir mezhep çatışmasına, belki de mezhep savaşına gideceği, iç ve dış dış tahriklerin büyük rol oynadığı vurgulanmakta. Mezhep savaşı olduğu aşikâr da anlaşılmayan bu savaş Şiilere karşı ise neden Türkler rehin alınıyor? Sünni'nin  Sünni'yi rehin aldığı Sünni isyanı mı? Nasıl oluyor ve neden acaba? Belli ki Başbakan rehine olayını ya fazla önemsemiyor ya da IŞİD unsurlarına bir şekilde fazlasıyla güveniyor. Ne de olsa aralarında yakın bir ittifak var. Hepsini bir kenara bırakın, en azından Güneydoğu'da "no name" benzin istasyonlarına benzinin borular ile nasıl geldiğini, paraların kimlere gittiğini herkes çok iyi biliyor. Bu mezhep savaşında hangi tarafı tuttuğumuz ve tuttuğumuz tarafa nasıl kolaylıklar sağladığımızı da duymayan bilmeyen kalmadı artık. Ne zaman ki IŞİD Suriye'de çok önemli kentleri ele geçirip Esad'a değil Suriye muhalefetine karşı savaşmaya başladı, Avrupa ve ABD'den itirazlar çoğaldı. Türkiye mecburen politikasında değişikliğe gitti. Gitti gitmesine ama zaten o vakte kadar  "bizim IŞİD", bizim komşumuz olmuş idi. Irak için artık üçe bölünmeden söz ediliyor. Oysa milyonlarca insanın ölümünden sonra başlayan düzende halkın bir arada yaşamasına yönelik bir yapılanma olsa, tekrar bu karşılıklı hesaplaşmaların yaşanmaması adına her türlü kaşımadan zıtlaşmadan uzak durulsa Irak'ı bölecek bir güç çıkabilir miydi? Ama ne Irak ders almış ne de bu gün Türkiye'nin sınırlarına ve Arap dünyasına bakıp ders aldığı söylenebilir. Maalesef, tüm bu felaket görüntülerine rağmen, İslamcılığı yerleştirebilmek adına Türkiye'de "ince ayar" inceden inceden nakış gibi oyulmaya devam etmekte. Bir örnek vermek istiyorum. 14 Haziran 2014 tarihli resmi gazete yayınlanan "Mekânsal Plan Yönetmeliği" buna ürkütücü bir örnek. Yönetmeliğin 22. maddesine göre imar planlarında mescitler 150 metre mesafe ile küçük camiler 250 metre mesafe ile orta camiler ise 400 metre mesafe ile yer alabilecek. Ya diğer ibadet yerleri ne olacak? İmar planlarında yer almadığına göre yapılamayacak mı? Ya da plansız yerler bulunup oralara kaçak olarak mı yapılacak? Yeni yönetmeliğinin dayanak kanunu olan İmar Kanununda "cami" ifadesi bulunmamakta. İmar kanununun tamamında "ibadet yeri" ifadesi kullanılmış ve hatta 2003 yılında yapılan ek bir düzenleme ile "cami" ifadeleri de kaldırılarak tüm ifadeler "ibadet yeri" olarak değiştirilmiş iken yeni yönetmelikte sadece "cami" ile yetinilmesi hangi resmin görüntüsü acaba? Ki bilinen hukuk kuralı gereği yönetmelikler kanunu aykırı olamaz. Alkolle ilgili yasa değişikliğinde; içki satılan yerler ile örgün eğitim kurumları ve dershaneler, öğrenci yurtları ve ibadethaneler arasında en az yüz metre mesafenin bulunması zorunlu hâle getirilmişti. Bu durumda mescit, küçük cami, orta cami mesafelerinin sıklığında göre içkili yerler ya da içki satan yerler açabilecek yer tayini de acayip bir matematiksel imkânsızlık ile karşı karşıya kalıyor. Belli ki istenen; ibadet yerinin sadece camilerden ibaret olması  ve  nesillerin  de  sadece ve mutlaka  dindar yetişmesi. Demokrat nesiller iktidara ters gelir. Tabii "milli içkimiz" de ayran. Anlaşılan o ki iktidar rüyalarına pek bir derin dalmış. Sınır ötesi rüyadan uyandırılsa da içerde yeni yeni rüyalar görmekten kendisini ala koyamıyor. Halbuki, yaşadığımız  Türkiye, Orta doğunun tüm çelişkilerini bir kenara koyup Sünni-Şii çatışmasında kilit rol oynayacağını sanırken konsolosluğu basılıp çalışanları rehin alınan Türkiye. Ne bölgesel barışı ne iç barışı sağlayamayan ve sağlayamayacak  bir  rüya  bu. Artık tüm felaket kampanaları artan bir kreşendo ile çalmakta. Stratejik derinliğin derin rüyasından uyanma zamanı hala gelmedi mi?  Figen Albuga Çalıkuşu 
Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve canakkaleninsesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.