Çanakkale Haber

Sizlerden Gelenler
Köşe Yazarı
Sizlerden Gelenler
 

BOL PINARLI, VAHŞİ HAYVANLAR ANASI İDA DAĞI(Özlem Budak)

Çanakkale Belediyesi ve sivil toplum örgütlerinin başlattığı Kaz Dağları’nda yapılan “Su ve Vicdan Nöbeti” dahilinde, 5 Ağustos 2019’da kitlesel yürüyüş düzenleneceği haberini duyar duymaz bu eylemin bir parçası olacağıma karar verdim. Öyle ya Kaz Dağları hepimizindi, öyle de kalmalıydı. Dün sabah, erken saatlerde çıktığım iki saatlik yolculuğun sonunda Çanakkale Balaban mevkisinde diğer çevre dostu insanlarla buluşup, Kaz Dağları’nın Kirazlı köyündeki maden arama faaliyetlerine tepki göstermek için toplanmaya başladık. Homeros’un ünlü İlyada destanında “Bol pınarlı, vahşi hayvanlar anası” diye bahsettiği, namı diğer İda Dağı’nda on bir gündür devam eden nöbetin adının neden “Su ve Vicdan Nöbeti” olduğunu konuşmaya mahal olmasa gerek. Toplanma alanında, gelecek olan diğer katılımcıları beklerken, gölgesine sığındığım ağaçlardan birine sırtımı yasladım. Gelen insanlar, Zeus’la Hera’nın tazelenen düğünlerine geliyormuşçasına özenle giyinmişlerdi. Ellerindeki rengârenk pankartlarla dile getirdiklerini yazıya dökmüş, Türk bayraklarıyla vatan, millet sevgisinin altını bir kez daha çizmişlerdi. Hani derler ya yediden yetmişe diye, gerçekten yediden yetmişe her yaştan insan oradaydı. İnsanların attığı her adımda ağaçlar reverans veriyor, “Ne iyi ettiniz de geldiniz, bizi yalnız bırakmadınız, hoş geldiniz,” diyordu. Ağaçların ortasında boş alana kurulan sahne, sahneden gelen şarkılar, türküler ve marşlar Kaz Dağları’nın sessiz çığlığına ses olmuşçasına haykırıyordu: “Bir şey yapmalı…” Zeus’un Girit’te doğduğu İda Dağı’na selam ediliyordu. Paris’in Altın Elma’yı Afrodit’e vermesiyle, Troya savaşlarının çıkması gibi insanlar altın için topraklarını talan edenlere karşı haklı mücadelelerinin gücünü gösteriyordu. Sarıkız ağaçların arasında bir görünüyor, bir yok oluyorken; gerçek hayatta kavuşamayan genç âşıklar Hasan ile Emine el ele kalabalığın arasında aşkla dolaşıyordu. Troya savaşlarında yok edilen Thebe, Lyrnessos, Khrysa, Killa, Anderia, Antandros, Adramytteion, Astrya ve Gargara kentlerinin insanları tepelerden seyre başlamış, Çanakkale Şehitleri torunlarını esas duruşta selamlıyor, Türkmen köylüler ev sahibi olmanın gururu, yılların verdiği doğa mücadelesinin yorgunluğu ile ev sahibeliğini en güzeliyle yerine getiriyordu. Her geçen dakika kalabalık artarken birkaç fotoğraf çekmek, bu anı ölümsüzleştirmek için dolaşmaya başladım. Fotoğraflarını çekmek için izin istediğim her katılımcı zevkle poz veriyor, burada bulunmalarının her platformda yayınlanmasını istiyorlardı. Köylülerden bir grubun en önünde sarışın, mavi gözlü küçük kız, elinde Türk bayrağı ile poz verirken çok mutluydu. Fotoğrafını çektikten sonra sarılıp, “Bahtında yüzün kadar güzel olsun, teşekkür ederim sana,” dediğimde annesinden gelen cevap içimi acıttı. “İzin vermiyorlar ki güzel olsun.” Başım önde yanlarından ayrıldım. Zaman öğlen saatlerini gösterdiğinde, güneş en sıcak haliyle Tanrılara meydan okurken, kalabalık binleri bulmuştu. Gelen milletvekilleri, belediye başkanları, sanatçılar kısa konuşmalarla toplanma amaçlarını anlatırken, Hafize Ana sahnede elinde Türk bayrağı ile “Biz milletiz,” diyerek ormanlarına sahip çıktı. Artık maden alanına doğru yürüme ve basın bildirisi yapma zamanı gelmişti. Ormanlık alandan Anayol’a doğru yürüyen kalabalık arasında bağlar iyice güçlenmiş, doğa için kenetlenmişlerdi. Anayola ulaşıldığında aşağıda bizi bekleyen binlerce insanı gördüğümüzde şaşkınlığımız, alkışlar arasında mutluluğa ve uyumlu bir birlikteliğe dönüştü. Daha kararlı, daha şevkle yürüyüp, maden alanına ulaşmak için yönümüzü tekrar ormana yönelttik. İlk adımımızı attığımızda, maden firması tarafından büyük arazi araçlarının geçebilmesi için açılan yolla, orman ikiye bölünmüştü. Yeşil renkli ayakkabılarım, kesilen ağaçlardan geriye kalan boz toprakla kaplandığında, doğaya hiç yakışmayan bej rengine döndü. O sırada arka sıralardan yanık bir türkü geldi. Çanakkale içinde vurdular beni Ölmeden mezara koydular beni Of gençliğim eyvah! Kalabalık türküye eşlik ederken, başları önde az sonra görecekleri, orman mezarlığını düşünerek yürüyordu. Yaklaşık iki kilometrelik toprak yolda yürürken, sağımdan solumdan gelen sesler daha çok çocuklardan geliyordu. Anne ve babalarının ellerini sıkıcı tutup yürürken neden burada olduklarını, ağaçların neden kesildiğini algılamaya çalışıyorlardı. Beş yaşlarında bir kız çocuğundan gelen ses çok haklı bir isyandı. “Ben bıktım artık ağaçlarımızın kesilmesinden, çok kızgınım anne!” Başka bir ses geliyor sonra. Çığlık çığlığa bir erkek bağırıyor. “Özür dileriz sizden ağaçlar, çiçekler, kuşlar… Özür dileriz karıncalar, sincaplar, yılanlar, kaplumbağalar… Affedin bizi affedin!” Yukarıya doğru son birkaç adımımızı attığımızda dehşeti ilk görenlerden gelen ses, arkaya doğru durumun vahimliğini izah etmiş olsa da insan görmeden nasıl bir vahşetle karşılaşacağını kestiremiyor. Tel örgülerle çevrili alanın kapıları, topluluğun baskısıyla maden firması tarafından açıldı. O bölgede orman ve toprağın DNA’sı dahi yok edilmişti. Şaşkınlığın arkası hiddete kapılmak oldu. Bu yok edilişe bunca yıl sessiz kalmış olmak, sebep olanların bu şuursuz güçlerine müsaade etmiş olmanın hiddeti. Utanmanın hiddeti… Gözlüklerin arkasına saklanmaya çalışılan gözyaşları, sıkılan eller ve boşluğa vurulan yumruklar, devasa alanda bir sağa bir sola koşturmalar, atılan sloganların artan desibeli… Bir ara gruptan ayrılıp, biraz uzaklaştım. Yok edilen alan neredeyse bir ilçe büyüklüğünde. Bir ucundan bağırsanız sesinizi duyan olmaz. Kalabalıktan iyice uzaklaştığımda etrafımda yavaşça dönerek gördüklerimi bir daha hiç unutmamak için belleğime kaydetmeye çalıştım. Zor olmayacaktı. Gördüğüm tek şey göz alabildiğince kahverengi bir hiçlikti. O sırada işitme sinirimi zedeleyecek kadar büyük çığlıklar duymaya başladım. Kesilen ağaçların, yok edilen hayvanların canhıraş çığlıkları çok öfkeliydi. En zavallı halimle tekrar kalabalığa doğru yürüdüm. Onların uğultularının kulağımda yankılanan çığlıkları bastırmasını istedim. Dönüşe geçerken, duyduğumuz bir anons hepimize meleklerden gelen su gibi kıymetli oldu. Organizasyonu yapanların getirdikleri 10-15 adet fidan sembolik olarak maden alanının girişine ekilecekti. Tekrar söküleceklerini bilsek de yapılan zorbalığa yeşille cevap vermek bize en yakışanı olacaktı. Bir kamyondan indirilen fideler o an için önce bize sonra toprağa nefes oldu. Hoparlörden son ses gelen şarkı topraklarımızla birlikte tekrar can bulabileceğimizi vaat ediyordu. Güneş açacak Doğacak güneş… Özlem Budak
Ekleme Tarihi: 17 Ağustos 2019 - Cumartesi
Sizlerden Gelenler

BOL PINARLI, VAHŞİ HAYVANLAR ANASI İDA DAĞI(Özlem Budak)

Çanakkale Belediyesi ve sivil toplum örgütlerinin başlattığı Kaz Dağları’nda yapılan “Su ve Vicdan Nöbeti” dahilinde, 5 Ağustos 2019’da kitlesel yürüyüş düzenleneceği haberini duyar duymaz bu eylemin bir parçası olacağıma karar verdim. Öyle ya Kaz Dağları hepimizindi, öyle de kalmalıydı. Dün sabah, erken saatlerde çıktığım iki saatlik yolculuğun sonunda Çanakkale Balaban mevkisinde diğer çevre dostu insanlarla buluşup, Kaz Dağları’nın Kirazlı köyündeki maden arama faaliyetlerine tepki göstermek için toplanmaya başladık. Homeros’un ünlü İlyada destanında “Bol pınarlı, vahşi hayvanlar anası” diye bahsettiği, namı diğer İda Dağı’nda on bir gündür devam eden nöbetin adının neden “Su ve Vicdan Nöbeti” olduğunu konuşmaya mahal olmasa gerek.

Toplanma alanında, gelecek olan diğer katılımcıları beklerken, gölgesine sığındığım ağaçlardan birine sırtımı yasladım. Gelen insanlar, Zeus’la Hera’nın tazelenen düğünlerine geliyormuşçasına özenle giyinmişlerdi. Ellerindeki rengârenk pankartlarla dile getirdiklerini yazıya dökmüş, Türk bayraklarıyla vatan, millet sevgisinin altını bir kez daha çizmişlerdi. Hani derler ya yediden yetmişe diye, gerçekten yediden yetmişe her yaştan insan oradaydı. İnsanların attığı her adımda ağaçlar reverans veriyor, “Ne iyi ettiniz de geldiniz, bizi yalnız bırakmadınız, hoş geldiniz,” diyordu. Ağaçların ortasında boş alana kurulan sahne, sahneden gelen şarkılar, türküler ve marşlar Kaz Dağları’nın sessiz çığlığına ses olmuşçasına haykırıyordu: “Bir şey yapmalı…”

Zeus’un Girit’te doğduğu İda Dağı’na selam ediliyordu. Paris’in Altın Elma’yı Afrodit’e vermesiyle, Troya savaşlarının çıkması gibi insanlar altın için topraklarını talan edenlere karşı haklı mücadelelerinin gücünü gösteriyordu. Sarıkız ağaçların arasında bir görünüyor, bir yok oluyorken; gerçek hayatta kavuşamayan genç âşıklar Hasan ile Emine el ele kalabalığın arasında aşkla dolaşıyordu. Troya savaşlarında yok edilen Thebe, Lyrnessos, Khrysa, Killa, Anderia, Antandros, Adramytteion, Astrya ve Gargara kentlerinin insanları tepelerden seyre başlamış, Çanakkale Şehitleri torunlarını esas duruşta selamlıyor, Türkmen köylüler ev sahibi olmanın gururu, yılların verdiği doğa mücadelesinin yorgunluğu ile ev sahibeliğini en güzeliyle yerine getiriyordu. Her geçen dakika kalabalık artarken birkaç fotoğraf çekmek, bu anı ölümsüzleştirmek için dolaşmaya başladım. Fotoğraflarını çekmek için izin istediğim her katılımcı zevkle poz veriyor, burada bulunmalarının her platformda yayınlanmasını istiyorlardı. Köylülerden bir grubun en önünde sarışın, mavi gözlü küçük kız, elinde Türk bayrağı ile poz verirken çok mutluydu. Fotoğrafını çektikten sonra sarılıp, “Bahtında yüzün kadar güzel olsun, teşekkür ederim sana,” dediğimde annesinden gelen cevap içimi acıttı. “İzin vermiyorlar ki güzel olsun.” Başım önde yanlarından ayrıldım.

Zaman öğlen saatlerini gösterdiğinde, güneş en sıcak haliyle Tanrılara meydan okurken, kalabalık binleri bulmuştu. Gelen milletvekilleri, belediye başkanları, sanatçılar kısa konuşmalarla toplanma amaçlarını anlatırken, Hafize Ana sahnede elinde Türk bayrağı ile “Biz milletiz,” diyerek ormanlarına sahip çıktı. Artık maden alanına doğru yürüme ve basın bildirisi yapma zamanı gelmişti. Ormanlık alandan Anayol’a doğru yürüyen kalabalık arasında bağlar iyice güçlenmiş, doğa için kenetlenmişlerdi. Anayola ulaşıldığında aşağıda bizi bekleyen binlerce insanı gördüğümüzde şaşkınlığımız, alkışlar arasında mutluluğa ve uyumlu bir birlikteliğe dönüştü. Daha kararlı, daha şevkle yürüyüp, maden alanına ulaşmak için yönümüzü tekrar ormana yönelttik. İlk adımımızı attığımızda, maden firması tarafından büyük arazi araçlarının geçebilmesi için açılan yolla, orman ikiye bölünmüştü. Yeşil renkli

ayakkabılarım, kesilen ağaçlardan geriye kalan boz toprakla kaplandığında, doğaya hiç yakışmayan bej rengine döndü. O sırada arka sıralardan yanık bir türkü geldi.

Çanakkale içinde vurdular beni

Ölmeden mezara koydular beni

Of gençliğim eyvah!

Kalabalık türküye eşlik ederken, başları önde az sonra görecekleri, orman mezarlığını düşünerek yürüyordu. Yaklaşık iki kilometrelik toprak yolda yürürken, sağımdan solumdan gelen sesler daha çok çocuklardan geliyordu. Anne ve babalarının ellerini sıkıcı tutup yürürken neden burada olduklarını, ağaçların neden kesildiğini algılamaya çalışıyorlardı. Beş yaşlarında bir kız çocuğundan gelen ses çok haklı bir isyandı. “Ben bıktım artık ağaçlarımızın kesilmesinden, çok kızgınım anne!” Başka bir ses geliyor sonra. Çığlık çığlığa bir erkek bağırıyor. “Özür dileriz sizden ağaçlar, çiçekler, kuşlar… Özür dileriz karıncalar, sincaplar, yılanlar, kaplumbağalar… Affedin bizi affedin!” Yukarıya doğru son birkaç adımımızı attığımızda dehşeti ilk görenlerden gelen ses, arkaya doğru durumun vahimliğini izah etmiş olsa da insan görmeden nasıl bir vahşetle karşılaşacağını kestiremiyor. Tel örgülerle çevrili alanın kapıları, topluluğun baskısıyla maden firması tarafından açıldı. O bölgede orman ve toprağın DNA’sı dahi yok edilmişti. Şaşkınlığın arkası hiddete kapılmak oldu. Bu yok edilişe bunca yıl sessiz kalmış olmak, sebep olanların bu şuursuz güçlerine müsaade etmiş olmanın hiddeti. Utanmanın hiddeti… Gözlüklerin arkasına saklanmaya çalışılan gözyaşları, sıkılan eller ve boşluğa vurulan yumruklar, devasa alanda bir sağa bir sola koşturmalar, atılan sloganların artan desibeli…

Bir ara gruptan ayrılıp, biraz uzaklaştım. Yok edilen alan neredeyse bir ilçe büyüklüğünde. Bir ucundan bağırsanız sesinizi duyan olmaz. Kalabalıktan iyice uzaklaştığımda etrafımda yavaşça dönerek gördüklerimi bir daha hiç unutmamak için belleğime kaydetmeye çalıştım. Zor olmayacaktı. Gördüğüm tek şey göz alabildiğince kahverengi bir hiçlikti. O sırada işitme sinirimi zedeleyecek kadar büyük çığlıklar duymaya başladım. Kesilen ağaçların, yok edilen hayvanların canhıraş çığlıkları çok öfkeliydi. En zavallı halimle tekrar kalabalığa doğru yürüdüm. Onların uğultularının kulağımda yankılanan çığlıkları bastırmasını istedim.

Dönüşe geçerken, duyduğumuz bir anons hepimize meleklerden gelen su gibi kıymetli oldu. Organizasyonu yapanların getirdikleri 10-15 adet fidan sembolik olarak maden alanının girişine ekilecekti. Tekrar söküleceklerini bilsek de yapılan zorbalığa yeşille cevap vermek bize en yakışanı olacaktı. Bir kamyondan indirilen fideler o an için önce bize sonra toprağa nefes oldu. Hoparlörden son ses gelen şarkı topraklarımızla birlikte tekrar can bulabileceğimizi vaat ediyordu.

Güneş açacak

Doğacak güneş…

Özlem Budak

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve canakkaleninsesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Diğer Yazıları

19
Ağustos
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.