Çanakkale Haber

Prof.Dr.Sevinç ÖZER
Köşe Yazarı
Prof.Dr.Sevinç ÖZER
 

İstanbul Sözleşmesinin Feshini Alkışlayan Muhafazakar Kadınlar Mazoşistmi ?

Edebiyat kuramcısı, yazar, psikanalist ve felsefeci Julia Kristeva; “Aslında kadınlar erkek gücünün yakınında durmazlar, bu güce yalnızca onun sınırsız egemenliğinin etrafından dolaşabilmeyi öğrenmek için yanaşırlar”1 der. Güç karşısında erkeği manipüle edebilmek için ona olduğunca uzak durarak, fakat yaklaştığında da mutlaka bir şeyler elde etmeyi amaçlayan kadınların Kleopatra yöntemlerini çok güzel özetleyen bir saptamadır bu. Kristeva, kadınlığın göstergesi olan bu uzak durmanın kadına toplumdan uzak toplumsallığın (asocial sociability) nasıl bir şey olduğunun farkına varma şansını verir ki- herkes bunun kadına özge duyarlılık ve mahremiyet olduğunu düşünür. (60) diye izah eder. Annelerin kızlarını çocukluktan başlayarak nasıl eğittikleri konusunda da geçerli saptamalardır bunlar. Dünya hızla değiştikçe özellikle AKP iktidarı döneminde kadınların eğitimli, özgür, çağdaş kadınlarla, geleneksel öğreti ile eğitilmiş muhafazakar kadınlar olarak gruplaştıklarını görmek zor değil. İstanbul Sözleşmesinin feshi de bu farklılaşmayı gözümüze sokan dramatik bir olay oldu. Muhafazakar kadınlar erkek gücünün etrafında dolaşmayı, erkek iktidarını alaşağı ederek demokratik bir toplum kurmayı özleyen kadınlarsa bu fesih kararını her yerde protesto etmeyi seçtiler. Seçtiler seçmesine de kadın cinayetleri, erkek baskısı, işkence ve tecavüzleri hiç bitmedi. Hatta bitmeye doğru hiçbir eğilim göstermedi. Kadının devlet tarafından erkekler karşısında korunmasını koşula bağlayan İstanbul sözleşmesine muhafazakar kadınlar niçin karşı çıkarlar? Erkeklere adeta gel beni döv, işkence et, öldür, diyen bu kadınlar mazoşist oldukları için mi İstanbul Sözleşmesinin feshini onaylar? Erkek egemen kültür aşağılansalar bile kadınların evlilik içinde, aile içinde korunmasını öngörür. Ancak evlilik, kadınlar için, kısa bir zaman sonra sevilip korunmanın değil, baskı altına alınmanın bir biçimi olur. Bu baskı statükoyu korumak, kadının özgürleşip erkek yaşamına karışmasını denetlemek için ortaya çıkar. Erkek egemen kültür evli kadınları din adamları gibi yaşamaya zorlar (asosyal toplumsallık). Bunu reddeden kadınlar şiddetle cezalandırılıp yeni asilere gözdağı verilir. Muhafazakar kadınları yanına almayı başaran muhafazakar hükümetimize şunu sormak gerekir. İstanbul Sözleşmesini feshedip kadını devletin kanatları altından attıktan sonra, kadınların, onları yaşatacak başka kutsal bir yer aramalarına ne diyeceksiniz? Ne aile ne de din kurumu kadınları yaşatacak bir mantık üretemiyorsa, kolay yolu seçip kadınları topyekün eve kapatarak onları vatandaşlıktan atmayı mı düşünüyorsunuz? 24 Kasım 2011 yılında kabul edilmiş ve adına da “İstanbul Sözleşmesi” konulmuş 15 maddelik, kadına karşı şiddete hazırlanmış bir uluslararası sözleşmeyi iktidar, muhafazakar kanattaki kadınların teşvik ve onayıyla, Resmi gazetede yayımlanan 3718 sayılı Cumhurbaşkanı kararı ile 20 Mart 2021 tarihinde feshetti. İstanbul Sözleşmesi 11 Mayıs 2011 tarihinde imzaya açılmış ve 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girmişti. Laik kesim kadınları arasında büyük bir infiale yol açan bu karar ülkenin birçok kentinde çeşitli biçimlerde protesto edildi ve bu protestolar belli ki bir süre daha sürecek. Laiklik karşıtı muhafazakar kadınlar ise, çoğu İstanbul Sözleşmesinin içeriğini bilmeden fesih kararını destekledi. Hükümete bağlılık göstererek, AKP Partisi başkanı reislerine hoş görünmeye çalışarak bu kadınlar İstanbul Sözleşmesinin imzalanmasında İstanbul’da ev sahipliği yapan ve sudan bahanelerle çekilme kararı alan hükümete alkış tuttular. Bu bahanelerden biri, kadına karşı şiddeti yasalarla önleme çabalarının “Türk aile yapısını bozacağı” konusundaki kuşkulardı. Ama işin aslı giderek oylarını kaybeden iktidarın muhafazakar kesimi bir arada tutma çabasıydı. İstanbul Sözleşmesi onbeş madde halinde şu kararları yaşama geçiriyordu: Aile içi ve dışında kadına karşı her çeşit şiddeti durdurmak için şiddet mağduru kadınlara koruma ve izleme sağlayarak, cinsiyetçi, milliyetçi, kültürel, bireysel, toplumsal, fiziksel ve psikolojik her türlü baskıyı ortadan kaldırarak özgürlük, eşitlik tanımak için politikalar oluşturmak. Yani: başta dayak, işkence, öldürme olmak üzere kadına karşı her türlü cinsiyetçi şiddeti ortadan kaldırarak kadın/erkek demokratik bir toplumda huzur ve mutluluk içinde yaşanmasını sağlamak. Bu sözleşme ile devlet karşı şiddeti önleyici politikalar oluşturmak için kadınlara her türlü güvenceyi vermekte idi. Ayrıca kurumlarla anlaşarak, işbirliği yaparak kadına karşı şiddeti önlemek için mücadele eden sivil toplum kuruluşlarını da teşvik ederek, kurumlararası politikalar ve çalışma koordinasyonu sağlanmasını özendirecek ve sağlayacaktı. Bu konuları kapsayan alanlarda araştırma yaptıracak ve ortaya çıkan istatistik bilgiler, ceza oranları, şiddetin nedenleri gibi konularda yapılan araştırmaların sonuçları kamuoyuna ulaştırılacaktı. İstanbul Sözleşmesi kadınların eşit haklara kavuşmasına engel önyargılar, töreler, geleneklerin değiştirilmesine yönelik tedbirler almak ve eğitim vermekle devleti sorumlu tutmakta ve devlet sözleşmeye imza atarak bu sorumluluğu üstlenmekte idi. Devlet eğer şimdi taviz verir gibi yapıp alkış, daha sonra da sözleşmeyi feshederek oy alırım planları içinde değilse, sözleşmenin en önemli XII. Maddesini göz ardı ederek kadın cinayetlerini engellemeyi önemsemiyor demektir. Bu madde, “kültür, töre, din, gelenek ve namus gibi kavramların sözleşme kapsamında herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmasını engellemek” konusunu gündeme getirmekte, şiddeti cesaretlendiren töre ve geleneklerin değiştirilmesine devlet önayak olmaktadır. XII. Madde geçen yıl işlenen 400’den fazla kadın cinayetinin neden işlendiği konusunda yeterince bilgi sahibi olduğumuzu ve doğru teşhis koyduğumuzu söylemektedir bize. 400 kadının cesedi önümüzdeyken, anneleri öldürüldüğü için annesiz ve babaları hapsedildiği için babasız kalan yüzlerce çocuk ortada kalırken, üniversite yaşındaki genç kızlar otel odalarından atılarak, parçalanarak yok edilirken, bunları yapan eğitimsiz maço kültür kurbanları hapsi boylarken İstanbul Sözleşmesine karşı çıkmak nasıl bir mantıktır? Feshi onaylayan kadınlar mazoşist midir? Bu kadınlar kendisinin ya da kızlarının öldürülmesini diler gibi, kendini bıçakların, tabancaların, iplerin önüne niçin atmakta, canlarından olmayı seçmektedirler? Erkek yöneticiler bu mazoşizmin önünde niçin daha eğitilmiş, daha insancıl, daha sevecen bir tavır almaktansa sadistçe kurbanların üzerine yürümekte, “ben de! ben de!” korosuna katılmaktadırlar? Daha da önemlisi İstanbul Sözleşmesini feshederek muhafazakar oyları hemen toparlayabileceğini düşünen ve “kadınlara dönük şiddete onay veriyorum!” diyen bir iktidar kadınları karşında değil de yanında bulmaktadır? Artık sözleşmenin içeriği değil, kimin tarafından nasıl kullanıldığı önemlidir. Yine de kadınlardaki bu psikolojik, antropolojik ve anatomik mazoşizme bilimsel araştırmalardan yararlanarak bir çözümleme yapmak gerekir. Kadınlar erkekleri cezbeder ancak aynı zamanda korkutur. Korsanları deniz kızlarının cazibeleri yok eder, kimsenin yenemediği Samson’a güç veren saçlarını eşi Deliah keser, kralın güzel kızına talip olan genç prensler masallarda birbirleriyle ölesiye savaşırlar, Truva’nın yıkımı Helen’in Paris’le kaçması nedeniyle olur, bir kent-devlet harabeye döner. Cadıların ihtiraslarının sonu yoktur –ta ki yakalanıp yakılıncaya kadar. Tarih, mitoloji ve edebiyat kadınları çeşitli kötülüklerle erkekleri ise kahramanlıklarıyla öne çıkarır, unutulmaz hale getirirler. Kadın erkeği cennetten kovdurup bütün insanlığı ölünceye dek çalışmak zorunda ve ölümü tadacağı dünya yaşamına mahkum etmiştir. Kısacası kadın günahkardır, erkek ise günaha itilen mağdur. Yazar Karen Horney, kadının kendine acı çektirme eğilimi olan mazoşizminin “…kültürel oluşumlar ya da toplumsal örgütlenme içinde ortaya çıktığını”2 söylüyor. Toplumsal faktörlerle, psikolojik-anatomik hatta psişik faktörlerin bir arada çözümlenmedikçe; geçerli psikolojik kriterlerle antropolojik araştırmalar yapılmadıkça ve bunlar farklı kültürel coğrafyalarda incelenmedikçe kadın mazoşizminin kolayca tanımlanamayacağını ve ne yazık ki yapılan araştırmalarda, bu faktörün hala göz ardı edildiğini dile getiriyor. Kendisine dayak atmadıkça kocasının kendisini sevmediğine inanan Sovyetler devremi öncesi Rus kadınının, devrim sonrasında kocasına hiçbir koşulda dayak attırmayacağını da ekliyor. Yani kültürel koşullar değiştikçe kadın davranışları da değişiyor. Kültürün coğrafi yakınlığından olsa gerek Türk kadını da “Kocamdır döver de sever de!” diyerek koca dayağına adeta yasal bir kılıf uyduruyor. Buna inanan Türk kadınının yeri Türkiye kırsalı olsa da, kentsel alanda kocasıyla aynı iş güçlüklerini çekip, aynı sorunlara göğüs geren eğitimli kadınların da erkek şiddetinden yeterince pay aldıklarını kolayca söyleyebiliriz. Bunun nedeni her toplumun mitsel bir dünya görüşüne uygun olarak kadın ve erkek bedenini kendi programına, yani erkeklerin kadınların üzerindeki tahakküm ilişkisine göre düzenliyor olmasıdır. Pierre Bourdieu Eril Tahakküm adlı kitabında: “Cinsler arasındaki biyolojik farklılık, yani eril ve dişil bedenler, ve bilhassa da cinsel organlar arasındaki anatomik farklılık, cinsler arasında toplumsal olarak inşa edilmiş farklılığın, özellikle de cinselliğe ilişkin işbölümünün doğal gerekçesi gibi ortaya çıkabilir.”3 demektedir. İşte kadın mazoşizminin ortaya çıkmasında bu durumun rol oynadığı düşünülmektedir. Karen Horney bu konuda şunları söylemektedir: “Cinsel ilişki sırasında biyolojik farklılıklar mazoşist bir formülasyonun ortaya çıkmasına yol açar. Ne sadizmin, ne mazoşizmin temelde cinsel ilişki ile ilgisi olduğu söylenemez. Fakat ilişkide kadının rolü (vücuduna nüfuz edilmiş olması) bireylerin yanlış bir yorum yapmalarına ve sırası geldiğinde bunu, kadınların mazoşistik davranışlara dönüştürmelerine, erkeklerin ise sadistik eylemlere yönelmelerine yol açabilir.” (232) Kısacası araştırmacı Karen Horney kadınlarda biyolojik, psikolojik, antropolojik olarak mazoşizm sorunu olabileceğini anlatmaktadır bize. Bu sorunu kültür erkek lehine manipüle etmekte kadının anatomik özelliklerini, (periyodik kanamalar, doğurma, emzirme), gibi faaliyetlerini erkek egemen kültürün amaçlarına göre yorumlayıp kadının suçluluk duygularını harekete geçirmektedir. Çeşitli dinler de kadına karşı düşmanca bir tavır sergilerler. Örneğin kanaması olan bir kadın Müslümanlıkta namaz kılamaz, oruç tutamaz, camiye giremez vs. vs. Bu dışlamaların kadın psikolojisinde yaralanmalara yol açacağı bilinse de kadın hırçınlıkla, dedikoduculukla, fitne-fesat üretmekle, cazgırlaşmakla suçlanarak kurallara boyun eğmeye zorlanır. Kültür kadından mazoşist olmasını adeta beklemektedir. Kültür bekliyorsa devletin de haydi haydi beklediğini hatırlamak gerekir. Muhafazakar bir devletin, kadınların güçlenmesiyle cinsler arası iktidar ilişkilerinin başlamasını, kadının görünür olmasını asla istemeyeceğini; dışarıda çalışsa bile kadını ruhen eve kapatmanın politikalarına uygun düşeceğini bilmektedir. Bu durumda İstanbul Sözleşmesi gibi birçok sözleşmeler yalnızca devletin istediği kadar yürürlükte kalacak, kullanışsız hale gelince yürürlükten kalkacaktır. İstanbul Sözleşmesi imzalanabilir, çünkü uluslararası camiaya mesaj vermek kasın erkek eşitliğini savunuyoruz, demokratik bir toplum olma yolunda ilerliyoruz iddiasıyla ortaya çıkmak gerekir. Ekonomik krizler, vatandaş hoşnutsuzluğu artınca da kendi tarafındakilere muhafazakar olduklarını hatırlatmak için bu sözleşmeden kimseye sormadan ayrılmak, hatta biraz da tartışma yaratarak anlaşmayı feshetmek gerekir. Bildiğiniz iktidar oyunlarından biri olunca da kadınların uğradığı şiddet ya da yaşam kaygılarına arkanızı dönersiniz olur biter. Kim takar kadınları? Bu durumda “Kadın Cinayetlerini Durduracağız” Platformunda çalışan kadınların daha çok çalışmaları ve olguları olduğu gibi, hiç saklamadan açıklamaları gerekir: “97 kadın nikahlı eşi, 54’ü birlikte olduğu erkek, 21’i eski eşi, 18’i oğlu, 17’si babası tarafından öldürüldü. Kadınların yüzde 60’ı evlerinde öldürüldü… Türkiye’de yıl boyunca 300 kadın öldürüldü. 171 kadın şüpheli şekilde ölü bulundu. (2 Ocak 2021) … (Bu) kadınların 181’i evinde, 48’i sokak ortasında, 15’i iş yerinde, 14’ü arazide, 11’i arabada, 5’i otelde, 4’ü ıssız bir yerde, 1’i odun deposunda, 1’i kuaförde öldürüldü. 20’sinin öldürüldüğü yer tespit edilemedi. Yüzde 60’ı evlerinde öldürüldü. 170’i ateşli silahlarla, 83’ü kesici aletle, 26’sı boğularak, 10’u darp edilerek, 2’si yakılarak, 1’i kimyasal madde ile, 1’i de yüksekten düşürülerek öldürüldü. 2020 yılında öldürülen kadınların 263’ünün koruma kararı olup olmadığı bilinmezken; yalnızca 23 kadının uzaklaştırma veya koruma kararı olduğu, 45 kadının polis şikayeti, boşanma aşama- sında olduğu biliniyor. Yaşamını yitirmekten kurtulamayan kadınları, göre göre diğer kadınların kurtuluşu başka bir erkeğe sığınmakta bulduklarını söylemek hiç de hatalı olmaz. Televizyon kadın programları, koca, baba şiddetinden kurtulmak için, çocuklarını evde bırakarak internette tanıştıkları erkeklere kaçan kadınları, biraz “ibretlik” biraz da “ahlak üretmek” kaygısıyla alabildiğine, utanç verici boyutlarıyla sergilemektedirler. Bu kadınların yalnızca “ötekileştirildikleri”ni, kadın imgesinin ulusal boyutlarda fitne fesatla daha somut bir biçimde özdeşleştirildiğini, ya da o çok kutsanan “annelik” sıfatının da artık kadınlara bahşedilemeyeceğini anlamak için artık zeki olmak bile gerekmiyor. Yemek pişirme gibi görgüsüz ve hödükçe yarışmalarda daha eğlenceli görünmekle birlikte bu programların Türk aile yapısını İstanbul Sözleşmesinden daha çok bozduklarına kuşku yoktur, çünkü bu programlar devletin kadınlara sağ gösterip sol vurması gibi bir sonuç yaratmakta, dayağın şiddetini arttırmaktadırlar. 2019 yılında 474 kadın öldürülmüş; 2020 yılında ise erkekler tarafından 300 kadın öldürülürken 171’i şüpheli şekilde ölü bulunmuştur. Kadın cinayetlerinin yalnızca İstanbul Sözleşmesinden, her gün ortalama 5 kadının öldürüldüğü bir dönemde neden çıkıldı? Bu olay gittikçe daralan ve sıkıştıran ekonomik ortamda kadınlar hedef alınarak gündem değiştirmek değilse devletin kadın cinayetlerini hiç önemsemediğini düşündürmektedir insana. İstanbul Sözleşmesini Bulgaristan, Çekya, Macaristan, Ermenistan, Letonya, Litvanya, Lihtenştayn, Moldova, Slovakya, Ukrayna, Birleşik Krallık imzalamıştır. Rusya ve Azerbaycan ise imzalamamıştır. İmzalayan ülkelerin cinsiyet eşitliğine, demokrasiye, toplumsal barış ve huzura önem verdikleri açıktır. Türkiye önce imzalayarak, fakat hiç beklenmedik bir anda sözleşmeden çekilerek herkesi şaşırtmıştır. Devlet yaşam hakkını yaygınlaştırmak ve korumakla yükümlüdür. Ancak özgürlük de yaşam hakkı kadar önemli ve devletin koruması gereken alanlardan biridir. Kadın hakları savunucusu araştırmalar kadın için özgürlüğü üç koşula bağlamaktadırlar. Kadınlar kendi kendilerini geliştirme olanaklarını ellerinde bulundurmadıkça; iş, maaş ve hareket alanı gibi materyal koşullara sahip olmadıkça; başkalarıyla ilişkiler içinde bulunmadıkça özgür olamazlar. Yani başkalarının hareket alanına müdahale edebilen bireyler (erkekler) diğerlerini (kadınları) baskı altında tutmaktadırlar. Dolayısıyla baskı altında bulunan bireyler kendilerini geliştiremezler ve özgür olamazlar. Bu durumda birey ya baskı yapar ya da baskı altında kalır. Kadın cinayetleri kadınları baskı altında tutmanın, korku salarak diğer bireyleri de kontrol etmenin en ilkel yollarından biridir. Bunu yaparken gelenek ve göreneği öne sürüp bir vahşeti maskelemeye çalışmanın sürdürülmesi mümkün değildir. Baskının olmadığı yerde yeşeren “eşitlik durumu”nda ise her iki taraf da, diğerinin birey olma hakkını korumak ve saygınlığına zarar vermemek için çalışır, birbirlerini küçük düşürmeye çalışmaz ve karşısındakine düşmanlık beslemez. Özgürlük ve eşitlik çerçevesinden bakıldığında İstanbul Sözleşmesi Türk aile yapısını bozmak bir yana, aileyi güçlendirecek ve toplumu gerçek demokratik bir yapıya kavuşturacak radikal bir adımdır. Çünkü eğer erkek baskısı hiyerarşik bir biçimde toplumun çoğunluğu için geçerliyse o toplumda demokrasi gelişemez. Dahası eşitlik, özgürlük ve son çözümlemede demokrasi, öncelikle ev içinde, özel alanda yeşeren bir değerdir. Devletlerin ömrü çağın teknolojik gerçeğine uymak kadar, ahlaki değerlerine de uymakla uzar ve vatandaşlarını mutlu ve huzurlu olur. Atatürk muhteşem vizyonuyla bunu yıllar önce görmüş ve bir cinsin (kadının) özgür olamadığı bir ülkenin özgür olamayacağını söyleyerek kadınlara seçme ve seçilme haklarını tanımıştır. Bugün kadınların yaşam haklarını korumaktan kaçınan devlet kendini geleceğe taşımaktan da vazgeçmiş mi sayılmalıdır?
Ekleme Tarihi: 12 Mayıs 2021 - Çarşamba
Prof.Dr.Sevinç ÖZER

İstanbul Sözleşmesinin Feshini Alkışlayan Muhafazakar Kadınlar Mazoşistmi ?

Edebiyat kuramcısı, yazar, psikanalist ve felsefeci Julia Kristeva; “Aslında kadınlar erkek gücünün yakınında durmazlar, bu güce yalnızca onun sınırsız egemenliğinin etrafından dolaşabilmeyi öğrenmek için yanaşırlar”1 der. Güç karşısında erkeği manipüle edebilmek için ona olduğunca uzak durarak, fakat yaklaştığında da mutlaka bir şeyler elde etmeyi amaçlayan kadınların Kleopatra yöntemlerini çok güzel özetleyen bir saptamadır bu. Kristeva, kadınlığın göstergesi olan bu uzak durmanın kadına toplumdan uzak toplumsallığın (asocial sociability) nasıl bir şey olduğunun farkına varma şansını verir ki- herkes bunun kadına özge duyarlılık ve mahremiyet olduğunu düşünür. (60) diye izah eder. Annelerin kızlarını çocukluktan başlayarak nasıl eğittikleri konusunda da geçerli saptamalardır bunlar.

Dünya hızla değiştikçe özellikle AKP iktidarı döneminde kadınların eğitimli, özgür, çağdaş kadınlarla, geleneksel öğreti ile eğitilmiş muhafazakar kadınlar olarak gruplaştıklarını görmek zor değil. İstanbul Sözleşmesinin feshi de bu farklılaşmayı gözümüze sokan dramatik bir olay oldu. Muhafazakar kadınlar erkek gücünün etrafında dolaşmayı, erkek iktidarını alaşağı ederek demokratik bir toplum kurmayı özleyen kadınlarsa bu fesih kararını her yerde protesto etmeyi seçtiler.

Seçtiler seçmesine de kadın cinayetleri, erkek baskısı, işkence ve tecavüzleri hiç bitmedi. Hatta bitmeye doğru hiçbir eğilim göstermedi. Kadının devlet tarafından erkekler karşısında korunmasını koşula bağlayan İstanbul sözleşmesine muhafazakar kadınlar niçin karşı çıkarlar? Erkeklere adeta gel beni döv, işkence et, öldür, diyen bu kadınlar mazoşist oldukları için mi İstanbul Sözleşmesinin feshini onaylar?

Erkek egemen kültür aşağılansalar bile kadınların evlilik içinde, aile içinde korunmasını öngörür. Ancak evlilik, kadınlar için, kısa bir zaman sonra sevilip korunmanın değil, baskı altına alınmanın bir biçimi olur. Bu baskı statükoyu korumak, kadının özgürleşip erkek yaşamına karışmasını denetlemek için ortaya çıkar. Erkek egemen kültür evli kadınları din adamları gibi yaşamaya zorlar (asosyal toplumsallık). Bunu reddeden kadınlar şiddetle cezalandırılıp yeni asilere gözdağı verilir. Muhafazakar kadınları yanına almayı başaran muhafazakar hükümetimize şunu sormak gerekir. İstanbul Sözleşmesini feshedip kadını

devletin kanatları altından attıktan sonra, kadınların, onları yaşatacak başka kutsal bir yer aramalarına ne diyeceksiniz? Ne aile ne de din kurumu kadınları yaşatacak bir mantık üretemiyorsa, kolay yolu seçip kadınları topyekün eve kapatarak onları vatandaşlıktan atmayı mı düşünüyorsunuz?

24 Kasım 2011 yılında kabul edilmiş ve adına da “İstanbul Sözleşmesi” konulmuş 15 maddelik, kadına karşı şiddete hazırlanmış bir uluslararası sözleşmeyi iktidar, muhafazakar kanattaki kadınların teşvik ve onayıyla, Resmi gazetede yayımlanan 3718 sayılı Cumhurbaşkanı kararı ile 20 Mart 2021 tarihinde feshetti. İstanbul Sözleşmesi 11 Mayıs 2011 tarihinde imzaya açılmış ve 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girmişti. Laik kesim kadınları arasında büyük bir infiale yol açan bu karar ülkenin birçok kentinde çeşitli biçimlerde protesto edildi ve bu protestolar belli ki bir süre daha sürecek.

Laiklik karşıtı muhafazakar kadınlar ise, çoğu İstanbul Sözleşmesinin içeriğini bilmeden fesih kararını destekledi. Hükümete bağlılık göstererek, AKP Partisi başkanı reislerine hoş görünmeye çalışarak bu kadınlar İstanbul Sözleşmesinin imzalanmasında İstanbul’da ev sahipliği yapan ve sudan bahanelerle çekilme kararı alan hükümete alkış tuttular.

Bu bahanelerden biri, kadına karşı şiddeti yasalarla önleme çabalarının “Türk aile yapısını bozacağı” konusundaki kuşkulardı. Ama işin aslı giderek oylarını kaybeden iktidarın muhafazakar kesimi bir arada tutma çabasıydı.

İstanbul Sözleşmesi onbeş madde halinde şu kararları yaşama geçiriyordu: Aile içi ve dışında kadına karşı her çeşit şiddeti durdurmak için şiddet mağduru kadınlara koruma ve izleme sağlayarak, cinsiyetçi, milliyetçi, kültürel, bireysel, toplumsal, fiziksel ve psikolojik her türlü baskıyı ortadan kaldırarak özgürlük, eşitlik tanımak için politikalar oluşturmak.

Yani: başta dayak, işkence, öldürme olmak üzere kadına karşı her türlü cinsiyetçi şiddeti ortadan kaldırarak kadın/erkek demokratik bir toplumda huzur ve mutluluk içinde yaşanmasını sağlamak. Bu sözleşme ile devlet karşı şiddeti önleyici politikalar oluşturmak için kadınlara her türlü güvenceyi vermekte idi. Ayrıca kurumlarla anlaşarak, işbirliği yaparak kadına karşı şiddeti önlemek için mücadele eden sivil toplum kuruluşlarını da teşvik ederek, kurumlararası politikalar ve çalışma koordinasyonu sağlanmasını özendirecek ve sağlayacaktı. Bu konuları kapsayan alanlarda araştırma yaptıracak ve ortaya çıkan istatistik bilgiler, ceza oranları, şiddetin nedenleri gibi konularda yapılan araştırmaların sonuçları kamuoyuna ulaştırılacaktı. İstanbul Sözleşmesi kadınların eşit haklara kavuşmasına engel önyargılar,

töreler, geleneklerin değiştirilmesine yönelik tedbirler almak ve eğitim vermekle devleti sorumlu tutmakta ve devlet sözleşmeye imza atarak bu sorumluluğu üstlenmekte idi.

Devlet eğer şimdi taviz verir gibi yapıp alkış, daha sonra da sözleşmeyi feshederek oy alırım planları içinde değilse, sözleşmenin en önemli XII. Maddesini göz ardı ederek kadın cinayetlerini engellemeyi önemsemiyor demektir. Bu madde, “kültür, töre, din, gelenek ve namus gibi kavramların sözleşme kapsamında herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmasını engellemek” konusunu gündeme getirmekte, şiddeti cesaretlendiren töre ve geleneklerin değiştirilmesine devlet önayak olmaktadır. XII. Madde geçen yıl işlenen 400’den fazla kadın cinayetinin neden işlendiği konusunda yeterince bilgi sahibi olduğumuzu ve doğru teşhis koyduğumuzu söylemektedir bize.

400 kadının cesedi önümüzdeyken, anneleri öldürüldüğü için annesiz ve babaları hapsedildiği için babasız kalan yüzlerce çocuk ortada kalırken, üniversite yaşındaki genç kızlar otel odalarından atılarak, parçalanarak yok edilirken, bunları yapan eğitimsiz maço kültür kurbanları hapsi boylarken İstanbul Sözleşmesine karşı çıkmak nasıl bir mantıktır? Feshi onaylayan kadınlar mazoşist midir? Bu kadınlar kendisinin ya da kızlarının öldürülmesini diler gibi, kendini bıçakların, tabancaların, iplerin önüne niçin atmakta, canlarından olmayı seçmektedirler? Erkek yöneticiler bu mazoşizmin önünde niçin daha eğitilmiş, daha insancıl, daha sevecen bir tavır almaktansa sadistçe kurbanların üzerine yürümekte, “ben de! ben de!” korosuna katılmaktadırlar? Daha da önemlisi İstanbul Sözleşmesini feshederek muhafazakar oyları hemen toparlayabileceğini düşünen ve “kadınlara dönük şiddete onay veriyorum!” diyen bir iktidar kadınları karşında değil de yanında bulmaktadır? Artık sözleşmenin içeriği değil, kimin tarafından nasıl kullanıldığı önemlidir.

Yine de kadınlardaki bu psikolojik, antropolojik ve anatomik mazoşizme bilimsel araştırmalardan yararlanarak bir çözümleme yapmak gerekir. Kadınlar erkekleri cezbeder ancak aynı zamanda korkutur. Korsanları deniz kızlarının cazibeleri yok eder, kimsenin yenemediği Samson’a güç veren saçlarını eşi Deliah keser, kralın güzel kızına talip olan genç prensler masallarda birbirleriyle ölesiye savaşırlar, Truva’nın yıkımı Helen’in Paris’le kaçması nedeniyle olur, bir kent-devlet harabeye döner. Cadıların ihtiraslarının sonu yoktur –ta ki yakalanıp yakılıncaya kadar. Tarih, mitoloji ve edebiyat kadınları çeşitli kötülüklerle erkekleri ise kahramanlıklarıyla öne çıkarır, unutulmaz hale getirirler. Kadın erkeği cennetten kovdurup bütün insanlığı ölünceye dek çalışmak zorunda ve ölümü tadacağı dünya yaşamına mahkum etmiştir. Kısacası kadın günahkardır, erkek ise günaha itilen mağdur.

Yazar Karen Horney, kadının kendine acı çektirme eğilimi olan mazoşizminin “…kültürel oluşumlar ya da toplumsal örgütlenme içinde ortaya çıktığını”2 söylüyor. Toplumsal faktörlerle, psikolojik-anatomik hatta psişik faktörlerin bir arada çözümlenmedikçe; geçerli psikolojik kriterlerle antropolojik araştırmalar yapılmadıkça ve bunlar farklı kültürel coğrafyalarda incelenmedikçe kadın mazoşizminin kolayca tanımlanamayacağını ve ne yazık ki yapılan araştırmalarda, bu faktörün hala göz ardı edildiğini dile getiriyor. Kendisine dayak atmadıkça kocasının kendisini sevmediğine inanan Sovyetler devremi öncesi Rus kadınının, devrim sonrasında kocasına hiçbir koşulda dayak attırmayacağını da ekliyor. Yani kültürel koşullar değiştikçe kadın davranışları da değişiyor.

Kültürün coğrafi yakınlığından olsa gerek Türk kadını da “Kocamdır döver de sever de!” diyerek koca dayağına adeta yasal bir kılıf uyduruyor. Buna inanan Türk kadınının yeri Türkiye kırsalı olsa da, kentsel alanda kocasıyla aynı iş güçlüklerini çekip, aynı sorunlara göğüs geren eğitimli kadınların da erkek şiddetinden yeterince pay aldıklarını kolayca söyleyebiliriz. Bunun nedeni her toplumun mitsel bir dünya görüşüne uygun olarak kadın ve erkek bedenini kendi programına, yani erkeklerin kadınların üzerindeki tahakküm ilişkisine göre düzenliyor olmasıdır. Pierre Bourdieu Eril Tahakküm adlı kitabında:

“Cinsler arasındaki biyolojik farklılık, yani eril ve dişil bedenler, ve bilhassa da cinsel organlar arasındaki anatomik farklılık, cinsler arasında toplumsal olarak inşa edilmiş farklılığın, özellikle de cinselliğe ilişkin işbölümünün doğal gerekçesi gibi ortaya çıkabilir.”3

demektedir. İşte kadın mazoşizminin ortaya çıkmasında bu durumun rol oynadığı düşünülmektedir. Karen Horney bu konuda şunları söylemektedir:

“Cinsel ilişki sırasında biyolojik farklılıklar mazoşist bir formülasyonun ortaya çıkmasına yol açar. Ne sadizmin, ne mazoşizmin temelde cinsel ilişki ile ilgisi olduğu söylenemez. Fakat ilişkide kadının rolü (vücuduna nüfuz edilmiş olması) bireylerin yanlış bir yorum yapmalarına ve sırası geldiğinde bunu, kadınların mazoşistik davranışlara dönüştürmelerine, erkeklerin ise sadistik eylemlere yönelmelerine yol açabilir.” (232)

Kısacası araştırmacı Karen Horney kadınlarda biyolojik, psikolojik, antropolojik olarak mazoşizm sorunu olabileceğini anlatmaktadır bize. Bu sorunu kültür erkek lehine manipüle

etmekte kadının anatomik özelliklerini, (periyodik kanamalar, doğurma, emzirme), gibi faaliyetlerini erkek egemen kültürün amaçlarına göre yorumlayıp kadının suçluluk duygularını harekete geçirmektedir. Çeşitli dinler de kadına karşı düşmanca bir tavır sergilerler. Örneğin kanaması olan bir kadın Müslümanlıkta namaz kılamaz, oruç tutamaz, camiye giremez vs. vs. Bu dışlamaların kadın psikolojisinde yaralanmalara yol açacağı bilinse de kadın hırçınlıkla, dedikoduculukla, fitne-fesat üretmekle, cazgırlaşmakla suçlanarak kurallara boyun eğmeye zorlanır. Kültür kadından mazoşist olmasını adeta beklemektedir. Kültür bekliyorsa devletin de haydi haydi beklediğini hatırlamak gerekir. Muhafazakar bir devletin, kadınların güçlenmesiyle cinsler arası iktidar ilişkilerinin başlamasını, kadının görünür olmasını asla istemeyeceğini; dışarıda çalışsa bile kadını ruhen eve kapatmanın politikalarına uygun düşeceğini bilmektedir. Bu durumda İstanbul Sözleşmesi gibi birçok sözleşmeler yalnızca devletin istediği kadar yürürlükte kalacak, kullanışsız hale gelince yürürlükten kalkacaktır. İstanbul Sözleşmesi imzalanabilir, çünkü uluslararası camiaya mesaj vermek kasın erkek eşitliğini savunuyoruz, demokratik bir toplum olma yolunda ilerliyoruz iddiasıyla ortaya çıkmak gerekir. Ekonomik krizler, vatandaş hoşnutsuzluğu artınca da kendi tarafındakilere muhafazakar olduklarını hatırlatmak için bu sözleşmeden kimseye sormadan ayrılmak, hatta biraz da tartışma yaratarak anlaşmayı feshetmek gerekir. Bildiğiniz iktidar oyunlarından biri olunca da kadınların uğradığı şiddet ya da yaşam kaygılarına arkanızı dönersiniz olur biter. Kim takar kadınları?

Bu durumda “Kadın Cinayetlerini Durduracağız” Platformunda çalışan kadınların daha çok çalışmaları ve olguları olduğu gibi, hiç saklamadan açıklamaları gerekir:

“97 kadın nikahlı eşi, 54’ü birlikte olduğu erkek, 21’i eski eşi, 18’i oğlu, 17’si babası

tarafından öldürüldü. Kadınların yüzde 60’ı evlerinde öldürüldü… Türkiye’de yıl

boyunca 300 kadın öldürüldü. 171 kadın şüpheli şekilde ölü bulundu. (2 Ocak 2021)

(Bu) kadınların 181’i evinde, 48’i sokak ortasında, 15’i iş yerinde, 14’ü arazide, 11’i

arabada, 5’i otelde, 4’ü ıssız bir yerde, 1’i odun deposunda, 1’i kuaförde öldürüldü.

20’sinin öldürüldüğü yer tespit edilemedi. Yüzde 60’ı evlerinde öldürüldü. 170’i ateşli

silahlarla, 83’ü kesici aletle, 26’sı boğularak, 10’u darp edilerek, 2’si yakılarak, 1’i

kimyasal madde ile, 1’i de yüksekten düşürülerek öldürüldü. 2020 yılında öldürülen

kadınların 263’ünün koruma kararı olup olmadığı bilinmezken; yalnızca 23 kadının

uzaklaştırma veya koruma kararı olduğu, 45 kadının polis şikayeti, boşanma aşama-

sında olduğu biliniyor.

Yaşamını yitirmekten kurtulamayan kadınları, göre göre diğer kadınların kurtuluşu başka bir erkeğe sığınmakta bulduklarını söylemek hiç de hatalı olmaz. Televizyon kadın programları, koca, baba şiddetinden kurtulmak için, çocuklarını evde bırakarak internette tanıştıkları erkeklere kaçan kadınları, biraz “ibretlik” biraz da “ahlak üretmek” kaygısıyla alabildiğine, utanç verici boyutlarıyla sergilemektedirler. Bu kadınların yalnızca “ötekileştirildikleri”ni, kadın imgesinin ulusal boyutlarda fitne fesatla daha somut bir biçimde özdeşleştirildiğini, ya da o çok kutsanan “annelik” sıfatının da artık kadınlara bahşedilemeyeceğini anlamak için artık zeki olmak bile gerekmiyor.

Yemek pişirme gibi görgüsüz ve hödükçe yarışmalarda daha eğlenceli görünmekle birlikte bu programların Türk aile yapısını İstanbul Sözleşmesinden daha çok bozduklarına kuşku yoktur, çünkü bu programlar devletin kadınlara sağ gösterip sol vurması gibi bir sonuç yaratmakta, dayağın şiddetini arttırmaktadırlar. 2019 yılında 474 kadın öldürülmüş; 2020 yılında ise erkekler tarafından 300 kadın öldürülürken 171’i şüpheli şekilde ölü bulunmuştur. Kadın cinayetlerinin yalnızca İstanbul Sözleşmesinden, her gün ortalama 5 kadının öldürüldüğü bir dönemde neden çıkıldı? Bu olay gittikçe daralan ve sıkıştıran ekonomik ortamda kadınlar hedef alınarak gündem değiştirmek değilse devletin kadın cinayetlerini hiç önemsemediğini düşündürmektedir insana. İstanbul Sözleşmesini Bulgaristan, Çekya, Macaristan, Ermenistan, Letonya, Litvanya, Lihtenştayn, Moldova, Slovakya, Ukrayna, Birleşik Krallık imzalamıştır. Rusya ve Azerbaycan ise imzalamamıştır. İmzalayan ülkelerin cinsiyet eşitliğine, demokrasiye, toplumsal barış ve huzura önem verdikleri açıktır. Türkiye önce imzalayarak, fakat hiç beklenmedik bir anda sözleşmeden çekilerek herkesi şaşırtmıştır. Devlet yaşam hakkını yaygınlaştırmak ve korumakla yükümlüdür. Ancak özgürlük de yaşam hakkı kadar önemli ve devletin koruması gereken alanlardan biridir. Kadın hakları savunucusu araştırmalar kadın için özgürlüğü üç koşula bağlamaktadırlar. Kadınlar kendi kendilerini geliştirme olanaklarını ellerinde bulundurmadıkça; iş, maaş ve hareket alanı gibi materyal koşullara sahip olmadıkça; başkalarıyla ilişkiler içinde bulunmadıkça özgür olamazlar. Yani başkalarının hareket alanına müdahale edebilen bireyler (erkekler) diğerlerini (kadınları) baskı altında tutmaktadırlar. Dolayısıyla baskı altında bulunan bireyler kendilerini geliştiremezler ve özgür olamazlar. Bu durumda birey ya baskı yapar ya da baskı altında kalır.

Kadın cinayetleri kadınları baskı altında tutmanın, korku salarak diğer bireyleri de kontrol etmenin en ilkel yollarından biridir. Bunu yaparken gelenek ve göreneği öne sürüp bir vahşeti maskelemeye çalışmanın sürdürülmesi mümkün değildir. Baskının olmadığı yerde yeşeren “eşitlik durumu”nda ise her iki taraf da, diğerinin birey olma hakkını korumak ve saygınlığına zarar vermemek için çalışır, birbirlerini küçük düşürmeye çalışmaz ve karşısındakine düşmanlık beslemez.

Özgürlük ve eşitlik çerçevesinden bakıldığında İstanbul Sözleşmesi Türk aile yapısını bozmak bir yana, aileyi güçlendirecek ve toplumu gerçek demokratik bir yapıya kavuşturacak radikal bir adımdır. Çünkü eğer erkek baskısı hiyerarşik bir biçimde toplumun çoğunluğu için geçerliyse o toplumda demokrasi gelişemez. Dahası eşitlik, özgürlük ve son çözümlemede demokrasi, öncelikle ev içinde, özel alanda yeşeren bir değerdir. Devletlerin ömrü çağın teknolojik gerçeğine uymak kadar, ahlaki değerlerine de uymakla uzar ve vatandaşlarını mutlu ve huzurlu olur. Atatürk muhteşem vizyonuyla bunu yıllar önce görmüş ve bir cinsin (kadının) özgür olamadığı bir ülkenin özgür olamayacağını söyleyerek kadınlara seçme ve seçilme haklarını tanımıştır. Bugün kadınların yaşam haklarını korumaktan kaçınan devlet kendini geleceğe taşımaktan da vazgeçmiş mi sayılmalıdır?

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve canakkaleninsesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.