Çanakkale Haber

Dr. Hasan YAĞAR
Köşe Yazarı
Dr. Hasan YAĞAR
 

TÜRKİYE’NİN EN ACİL İHTİYACI: İDAM CEZASI

Hepimizin malumu olduğu üzere, Temmuz 2015 ortalarından beri; açılımı, Partiye Kârgere Kürdistan (Kürdistan İşçiler Partisi), kısaltılmış şekli ise (PKK) olan bir örgüt, akla hayale sığmaz cinayetler işlemektedir. Bize öyle geliyor ki, bu melaneti işleyenler, dağdakilerden ziyade, “gündüz külahlı, gece silahlı” cinsinden olarak hemen her gün halkın arasında yaşayanlardır. Zira yerleşim yerleri içinde ya traktörle veya rutin olarak halkın da kullandığı araçlarla girişimde bulundukları görüntüsü söz konusudur. Mesela o gencecik polislerimizi uykularında katledenler, oralarda ev tutmuş ve keşifte bulunmuş olarak tespit edilmiştir. Bu da bu tür eylemleri yapanların dağdakiler değil, onların uzantısı olarak içimizden birilerinin yapmakta olduğunu göstermektedir. Aksi halde dağdaki biri olması halinde, en ufak bir kontrolde kimlik bakımından yakayı derhal ele vermeleri an meselesi olur. Bu konuda naçizane kanaatimiz, “Çözüm Süreci” olarak değerlendirilen proje, oralarda görevli tüm istihbarat görevlilerini rehavete sürüklemiş gibidir. Yoksa bu tür silahlarla bu derece ciddi eylemler oluşturacak kişilerin oralarda arzı endam etmeleri pek mümkün olmasa gerek. Bu hususta haddimi aşmak niyetinde değilim. Ancak Türkiye’yi 1980 Askeri Müdahalesine götüren yoğun öğrenci hareketlerinin yaşandığı, dolayısıyla anarşi ve terörün kol gezdiği bir dönemin bir kesiti olarak 1966-1974 yılları arasında bendeniz daha çiçeği burnunda bir polis memuru olarak Ankara’da istihbarat görevinde bulundum. İstihbarat ve İstihbarata Karşı Koyma oyunlarının ne tür desise ve aldatmalarla gündeme getirildiğinin tadını tatmış biri olarak bu konuda vuku bulan olaylar, istihbari alanlarda kısmi bir zaaf olduğu ihtimalini düşündürtmüş durumdadır. Her ne ise, esas konumuz bu olmadığı için buraya bir mim koyup geçiyoruz. Yukarıda değindiğimiz örgütsel isim, Kürtçe bir isim ise de, kanaatimce bu işin içinde başka beşeri faktörler olsa gerek. Zira bu örgüt, günü gününe ve tamı tamına, Asala Ermeni Terör örgütünün işi bıraktığı 1984 yılında ortaya çıktı. Bunu, asla tesadüf kabul edemeyiz. Belki kendini Kürt diye lanse eden birileri bu işin başındadır. Ama bu durum, bunların belli odakların taşeronları olabileceği ihtimalini hiçbir zaman gözden ve akıldan uzak tutmamızı gerektirmez. Zira yapılan eylemler, bizleri bu doğrultuda düşünmeye itmektedir. Mesela, iş makinelerinin yakılması ve dahi Kürt bir annenin doğumu için seferber olmuş bir ebe ve ekibini enterne etmek veya aynı şekilde doğumhaneye bir Kürt anneyi taşımakta olan helikoptere ateş etmek bizleri bu tür düşünmeye sevk eden ciddi bulgulardır. Diğer taraftan başta kendileri olmak üzere, orada yerleşik bulunan her bir insanın can, mal ve ırzını korumak üzere orada konuşlandırılmış polis ve jandarma karakollarına ve dahi hudutları korumak üzere keza orada konuşlu bulunan askeri birliklere saldırmak da aynı cümleden değil midir? Hele bir de kendilerinin de içinde bulunduğu halka, temiz ve her türlü kirletmeden-ki buna zehir katma da dâhildir- korunmuş su akıtmak üzere su deposunu koruyanlara saldırmak da bu cümleden değildir de hangi cümledendir dersiniz. Yukarıda söz konusu ettiğimiz bu hususlar, sadece bendenizi değil, hemen her akıl ve izan sahibi her kesi bu yönde düşünmeye sevk etmiş durumdadır. Bu bulgular, gerek oralarda yerleşik bulunan ve gerekse güzelim Türkiye’nin başta metropolleri olmak üzere irili ufaklı kent ve beldelerine dağılarak hayatlarını sürdürmekte olan Kürt asıllı insanlarımızı da bu doğrultuda düşünmeye sevk etmiş durumdadır. Müteveffa anneciği doğru dürüst Türkçe bilmeyen ve kendisi daha sonraları Türkçeyi öğrenen bendeniz de onlardan biriyim. Yapılanlar, cidden akıl ve izandan uzaktır. Bu bedbahtların kime ve hangi amaca hizmet etmekte olduklarını bilmek ve yukarıdaki şüphelerden arındırmak hiç mümkün değil. Asırlardan beri yekdiğerinden kız alıp vermiş, devletin ve dahi hükümetlerin her bir kademesinde görev alabilmiş Kürt asıllı insanların var olması, dimağı zaafa uğramış ve adeta robotlaştırılmış bu sözde insanlara hiç mi bir fikir vermemektedir. Bilmem bunlara ne demeli ve bunları nasıl reha bilete etmelidir. Kaysı işçiliği için Malatya ve Baskil köylerine gelen Güneydoğu kökenli işçiler, yukarıda değindiğimiz bulgular üzerinde durarak çoğunlukla bu tür eylemlerin para karşılığında yapıldığını üstüne basa basa beyan etmekteler. Kendilerine de böyle teklifler olduğunu, ancak kabul etmediklerini onlar açısından hayıflanarak söylemekteler. Bunu beyan edenler; örfüne, geleneğine, mistik değerlerine ve dahi devlet ve milletine bağlı olduğunu tespit ettiğimiz insanlardır. Zaten bilinen olarak bu insanlardan ispat mahiyetinde öğrendiğimize göre, her bir eylemcinin ateist ve marksist olup hiçbir milli ve dini değerleri kabul etmeyen türlerden birileri olduğu anlaşılmaktadır. İşte mesele buralarda düğümlenmektedir. Adına Mele veya Molla denen insanların camiye gelenlere anlattıklarına, camilerdekilerden çok bu tür insanların ihtiyacı olduğunu düşünmekteyiz. Bunlar artık elden gitti de, bundan sonra geleceklere, sadece camilerde değil, cami dışında kalan ortamlarda ve gerekirse açık hava veya kapalı yer toplantılarında adeta seçim propagandası yapar gibi milli ve dini değerlerin anlatılarak yeni bir neslin yetiştirilmesi gerekir. Naçizane kanaatimize göre Diyanet İşleri Başkanlığının sadece oralarda değil güzelim Türkiye’nin her bir beldesinde böyle bir seferberlik başlatmasının zamanı gelmiştir ve hatta geçmektedir. Aksi halde yarın geç olabilir. Binaenaleyh camiye, canı gönülden gelenler zaten karar ve kanaatlerinin doğrultusunu iyi tespit edenlerdir. Önemli olan pusulayı kaybedenlere yön vermektir. Bunun için başlatılacak seferberlik esnasındaki anlatımlar, mutlaka muhatabın dilinden olmalıdır. Yoksa eskiden beri devam ede gelen Arapça dua ve Kur’ân okutmakla bu iş olmadı, bundan sonra da olmayacaktır. Tabi ki Kur’ân, orijinal olarak da okutulmalı ve dahi okunmalıdır. Buna hiç kimsenin itiraz yoktur. Olamaz da. Ancak manadan uzak bir anlatım, insanlara bir mesaj niteliğinde olan Kur’ân’ın tespitine muhalif hareket etmek olur. Şayet, “yanılıyorsunuz beyefendi” diyen birileri varsa, lütfen geriye dönüp bir baksın. Dediklerimizin izlerini mutlaka görebileceklerdir. Beşeriyete en son İlahi Mesaj olan Hz. Kur’ân, hayatı düzeltmek ve düzenlemek üzere tebliğ edilmiştir. İsterseniz, bir tebliğ ve tebellüğ ilmühaberi niteliğinde olan Hz. Resul’ün dedikleriyle, yaptıklarına bir bakıverin. Başka söze gerek olmadığı her halükarda anlaşılmış olacaktır. Bunca lafı güzaftan sonra esas dediğimize gelmiş bulunuyoruz. Biz diyoruz ki, yukarıda dediklerimizin icra ve ifası ile birlikte, daha önceleri toplumun anladığı bir uslanma dili ve yöntemi olan idam cezası mutlaka, ama mutlaka geri getirilmelidir. Avrupalının öneri ve baskısıyla vakti zamanında kaldırılan idam cezası, güzelim Türkiye’nin masum insanı için bir kayıp, ama kanun tanımazları için bir ödül olmuştur. Eski kanunda olduğu gibi idam cezası var olsaydı sadist bir kocanın, eşini öldürmesi hiç mümkün olmazdı. Hele günahsız ve tek amacı insanımıza hizmet etmek olan gencecik insanlarımız toprağa asla tevdi edilmezdi. Yani buna kolayca cesaret ve tevessül edilmezdi. Konumuza, polis kayıtlarına göre geçmişten bir örnek verip sözü bitireceğiz. Merhum Atatürk’ün sağlığında Samsun’da bir jandarma eri ve bir Polis Memuruyla oluşturulan devriyeye, yakalanmamak için silahla ateş eden bir asker kaçağı, jandarma erinin şahadetine sebep olmuştu. Kısa bir takipten sonra yakalanan cani asker kaçağı, jandarma erinin tam da şehit düştüğü yerde kurulan bir darağacı (sehpa) ile idam edilmişti. İşte buyurun size kanun, devlet ve masum can anlayışı ile ilgili bir kanun ve kural anlayışı. Şu anda ve elan güzelim Türkiye’nin böyle bir kanun anlayışına ihtiyacı var. Bir de bizim ilk polisliğimizde halk arasında “VUR EMRİ” diye bilinen, Asayişe Müessir Bazı Fiillerin Önlenmesine Dair bir kanun vardı ki, kanunsuzların korkulu rüyasıydı. Sıkıysa hele bir suça teşebbüs etsin ve dahi dur emrine riayet etmesin. O, polisten önce başına geleceğinin bilincinde olurdu. Şimdilerde insan hakları, özgürlük ve benzeri düşüncelerle kanunlar iyice yumuşatıldı. Ama kanun tanımamak gibi bir saplantısı olan insanımızın anladığı dil bu değil. Her toplumun anladığı dil başkadır. Hele örfü, âdeti, gelenek ve göreneği ve dahi ahlaki anlayışı farklı olan bir toplum önderlerinin telkin ve önerileri ile bizim toplumumuza yön vermek hiç mi hiç mümkün değil. Belki vakti zamanında yanlış idamlar olmuştur. Peki, günahsız ve gencecik olup, kimi yeni evli, kimi de nişanlı olarak yeni bir hayat tasarlamakta olan insanlarımızın canına kıyanların millet parasıyla beş yıldızlı oteller misali ceza evlerinde beslemek daha mı isabetli. Gelin etmeyin ve eylemeyin bu işe bir çare bulun. Sakın bendenizi sadist biri olarak da nitelemeyin. Vallahi bir tavuğu kesmeye bile elim varmaz. Ama yürek yakıcı bu olayların üstesinden gelmenin bir başka çaresinin olmadığını zannedenlerden biri olarak bu kanaatimi yazmış bulunuyorum. Dilerim Tarih ve gelecek, bendenizi haksız çıkarır. Bu vesileyle tüm şehitlerimize Yüce Yaratıcıdan rahmet dilerim. Ruhları şad, mekânları cennet olsun. Geride kalanlarına da sabrı cemil niyaz ederim. Neylersin ki vatan denen toprak, hiçbir zaman şehitsiz olmamıştır ve maalesef olmamaktadır. Bu esef edişimiz şehitlikle alakalı olmayıp, hayatının baharında rahmeti Rahmana uçanların kanının bedelini aynı ölçüde ödetebilen bir hukuk anlayışına sahip olmadığımızla ilgilidir. Yoksa bu aziz vatana bir değil bin can feda olsun. Yeter ki bu feda ediş yerini bulsun. Selam ve muhabbetle.
Ekleme Tarihi: 10 Ağustos 2015 - Pazartesi
Dr. Hasan YAĞAR

TÜRKİYE’NİN EN ACİL İHTİYACI: İDAM CEZASI

Hepimizin malumu olduğu üzere, Temmuz 2015 ortalarından beri; açılımı, Partiye Kârgere Kürdistan (Kürdistan İşçiler Partisi), kısaltılmış şekli ise (PKK) olan bir örgüt, akla hayale sığmaz cinayetler işlemektedir. Bize öyle geliyor ki, bu melaneti işleyenler, dağdakilerden ziyade, “gündüz külahlı, gece silahlı” cinsinden olarak hemen her gün halkın arasında yaşayanlardır. Zira yerleşim yerleri içinde ya traktörle veya rutin olarak halkın da kullandığı araçlarla girişimde bulundukları görüntüsü söz konusudur. Mesela o gencecik polislerimizi uykularında katledenler, oralarda ev tutmuş ve keşifte bulunmuş olarak tespit edilmiştir. Bu da bu tür eylemleri yapanların dağdakiler değil, onların uzantısı olarak içimizden birilerinin yapmakta olduğunu göstermektedir. Aksi halde dağdaki biri olması halinde, en ufak bir kontrolde kimlik bakımından yakayı derhal ele vermeleri an meselesi olur. Bu konuda naçizane kanaatimiz, “Çözüm Süreci” olarak değerlendirilen proje, oralarda görevli tüm istihbarat görevlilerini rehavete sürüklemiş gibidir. Yoksa bu tür silahlarla bu derece ciddi eylemler oluşturacak kişilerin oralarda arzı endam etmeleri pek mümkün olmasa gerek. Bu hususta haddimi aşmak niyetinde değilim. Ancak Türkiye’yi 1980 Askeri Müdahalesine götüren yoğun öğrenci hareketlerinin yaşandığı, dolayısıyla anarşi ve terörün kol gezdiği bir dönemin bir kesiti olarak 1966-1974 yılları arasında bendeniz daha çiçeği burnunda bir polis memuru olarak Ankara’da istihbarat görevinde bulundum. İstihbarat ve İstihbarata Karşı Koyma oyunlarının ne tür desise ve aldatmalarla gündeme getirildiğinin tadını tatmış biri olarak bu konuda vuku bulan olaylar, istihbari alanlarda kısmi bir zaaf olduğu ihtimalini düşündürtmüş durumdadır. Her ne ise, esas konumuz bu olmadığı için buraya bir mim koyup geçiyoruz.

Yukarıda değindiğimiz örgütsel isim, Kürtçe bir isim ise de, kanaatimce bu işin içinde başka beşeri faktörler olsa gerek. Zira bu örgüt, günü gününe ve tamı tamına, Asala Ermeni Terör örgütünün işi bıraktığı 1984 yılında ortaya çıktı. Bunu, asla tesadüf kabul edemeyiz. Belki kendini Kürt diye lanse eden birileri bu işin başındadır. Ama bu durum, bunların belli odakların taşeronları olabileceği ihtimalini hiçbir zaman gözden ve akıldan uzak tutmamızı gerektirmez. Zira yapılan eylemler, bizleri bu doğrultuda düşünmeye itmektedir. Mesela, iş makinelerinin yakılması ve dahi Kürt bir annenin doğumu için seferber olmuş bir ebe ve ekibini enterne etmek veya aynı şekilde doğumhaneye bir Kürt anneyi taşımakta olan helikoptere ateş etmek bizleri bu tür düşünmeye sevk eden ciddi bulgulardır. Diğer taraftan başta kendileri olmak üzere, orada yerleşik bulunan her bir insanın can, mal ve ırzını korumak üzere orada konuşlandırılmış polis ve jandarma karakollarına ve dahi hudutları korumak üzere keza orada konuşlu bulunan askeri birliklere saldırmak da aynı cümleden değil midir? Hele bir de kendilerinin de içinde bulunduğu halka, temiz ve her türlü kirletmeden-ki buna zehir katma da dâhildir- korunmuş su akıtmak üzere su deposunu koruyanlara saldırmak da bu cümleden değildir de hangi cümledendir dersiniz.

Yukarıda söz konusu ettiğimiz bu hususlar, sadece bendenizi değil, hemen her akıl ve izan sahibi her kesi bu yönde düşünmeye sevk etmiş durumdadır. Bu bulgular, gerek oralarda yerleşik bulunan ve gerekse güzelim Türkiye’nin başta metropolleri olmak üzere irili ufaklı kent ve beldelerine dağılarak hayatlarını sürdürmekte olan Kürt asıllı insanlarımızı da bu doğrultuda düşünmeye sevk etmiş durumdadır. Müteveffa anneciği doğru dürüst Türkçe bilmeyen ve kendisi daha sonraları Türkçeyi öğrenen bendeniz de onlardan biriyim. Yapılanlar, cidden akıl ve izandan uzaktır. Bu bedbahtların kime ve hangi amaca hizmet etmekte olduklarını bilmek ve yukarıdaki şüphelerden arındırmak hiç mümkün değil. Asırlardan beri yekdiğerinden kız alıp vermiş, devletin ve dahi hükümetlerin her bir kademesinde görev alabilmiş Kürt asıllı insanların var olması, dimağı zaafa uğramış ve adeta robotlaştırılmış bu sözde insanlara hiç mi bir fikir vermemektedir. Bilmem bunlara ne demeli ve bunları nasıl reha bilete etmelidir.

Kaysı işçiliği için Malatya ve Baskil köylerine gelen Güneydoğu kökenli işçiler, yukarıda değindiğimiz bulgular üzerinde durarak çoğunlukla bu tür eylemlerin para karşılığında yapıldığını üstüne basa basa beyan etmekteler. Kendilerine de böyle teklifler olduğunu, ancak kabul etmediklerini onlar açısından hayıflanarak söylemekteler. Bunu beyan edenler; örfüne, geleneğine, mistik değerlerine ve dahi devlet ve milletine bağlı olduğunu tespit ettiğimiz insanlardır. Zaten bilinen olarak bu insanlardan ispat mahiyetinde öğrendiğimize göre, her bir eylemcinin ateist ve marksist olup hiçbir milli ve dini değerleri kabul etmeyen türlerden birileri olduğu anlaşılmaktadır. İşte mesele buralarda düğümlenmektedir. Adına Mele veya Molla denen insanların camiye gelenlere anlattıklarına, camilerdekilerden çok bu tür insanların ihtiyacı olduğunu düşünmekteyiz. Bunlar artık elden gitti de, bundan sonra geleceklere, sadece camilerde değil, cami dışında kalan ortamlarda ve gerekirse açık hava veya kapalı yer toplantılarında adeta seçim propagandası yapar gibi milli ve dini değerlerin anlatılarak yeni bir neslin yetiştirilmesi gerekir. Naçizane kanaatimize göre Diyanet İşleri Başkanlığının sadece oralarda değil güzelim Türkiye’nin her bir beldesinde böyle bir seferberlik başlatmasının zamanı gelmiştir ve hatta geçmektedir. Aksi halde yarın geç olabilir. Binaenaleyh camiye, canı gönülden gelenler zaten karar ve kanaatlerinin doğrultusunu iyi tespit edenlerdir. Önemli olan pusulayı kaybedenlere yön vermektir. Bunun için başlatılacak seferberlik esnasındaki anlatımlar, mutlaka muhatabın dilinden olmalıdır. Yoksa eskiden beri devam ede gelen Arapça dua ve Kur’ân okutmakla bu iş olmadı, bundan sonra da olmayacaktır. Tabi ki Kur’ân, orijinal olarak da okutulmalı ve dahi okunmalıdır. Buna hiç kimsenin itiraz yoktur. Olamaz da. Ancak manadan uzak bir anlatım, insanlara bir mesaj niteliğinde olan Kur’ân’ın tespitine muhalif hareket etmek olur. Şayet, “yanılıyorsunuz beyefendi” diyen birileri varsa, lütfen geriye dönüp bir baksın. Dediklerimizin izlerini mutlaka görebileceklerdir. Beşeriyete en son İlahi Mesaj olan Hz. Kur’ân, hayatı düzeltmek ve düzenlemek üzere tebliğ edilmiştir. İsterseniz, bir tebliğ ve tebellüğ ilmühaberi niteliğinde olan Hz. Resul’ün dedikleriyle, yaptıklarına bir bakıverin. Başka söze gerek olmadığı her halükarda anlaşılmış olacaktır.

Bunca lafı güzaftan sonra esas dediğimize gelmiş bulunuyoruz. Biz diyoruz ki, yukarıda dediklerimizin icra ve ifası ile birlikte, daha önceleri toplumun anladığı bir uslanma dili ve yöntemi olan idam cezası mutlaka, ama mutlaka geri getirilmelidir. Avrupalının öneri ve baskısıyla vakti zamanında kaldırılan idam cezası, güzelim Türkiye’nin masum insanı için bir kayıp, ama kanun tanımazları için bir ödül olmuştur. Eski kanunda olduğu gibi idam cezası var olsaydı sadist bir kocanın, eşini öldürmesi hiç mümkün olmazdı. Hele günahsız ve tek amacı insanımıza hizmet etmek olan gencecik insanlarımız toprağa asla tevdi edilmezdi. Yani buna kolayca cesaret ve tevessül edilmezdi. Konumuza, polis kayıtlarına göre geçmişten bir örnek verip sözü bitireceğiz. Merhum Atatürk’ün sağlığında Samsun’da bir jandarma eri ve bir Polis Memuruyla oluşturulan devriyeye, yakalanmamak için silahla ateş eden bir asker kaçağı, jandarma erinin şahadetine sebep olmuştu. Kısa bir takipten sonra yakalanan cani asker kaçağı, jandarma erinin tam da şehit düştüğü yerde kurulan bir darağacı (sehpa) ile idam edilmişti. İşte buyurun size kanun, devlet ve masum can anlayışı ile ilgili bir kanun ve kural anlayışı.

Şu anda ve elan güzelim Türkiye’nin böyle bir kanun anlayışına ihtiyacı var. Bir de bizim ilk polisliğimizde halk arasında “VUR EMRİ” diye bilinen, Asayişe Müessir Bazı Fiillerin Önlenmesine Dair bir kanun vardı ki, kanunsuzların korkulu rüyasıydı. Sıkıysa hele bir suça teşebbüs etsin ve dahi dur emrine riayet etmesin. O, polisten önce başına geleceğinin bilincinde olurdu. Şimdilerde insan hakları, özgürlük ve benzeri düşüncelerle kanunlar iyice yumuşatıldı. Ama kanun tanımamak gibi bir saplantısı olan insanımızın anladığı dil bu değil. Her toplumun anladığı dil başkadır. Hele örfü, âdeti, gelenek ve göreneği ve dahi ahlaki anlayışı farklı olan bir toplum önderlerinin telkin ve önerileri ile bizim toplumumuza yön vermek hiç mi hiç mümkün değil. Belki vakti zamanında yanlış idamlar olmuştur. Peki, günahsız ve gencecik olup, kimi yeni evli, kimi de nişanlı olarak yeni bir hayat tasarlamakta olan insanlarımızın canına kıyanların millet parasıyla beş yıldızlı oteller misali ceza evlerinde beslemek daha mı isabetli. Gelin etmeyin ve eylemeyin bu işe bir çare bulun. Sakın bendenizi sadist biri olarak da nitelemeyin. Vallahi bir tavuğu kesmeye bile elim varmaz. Ama yürek yakıcı bu olayların üstesinden gelmenin bir başka çaresinin olmadığını zannedenlerden biri olarak bu kanaatimi yazmış bulunuyorum. Dilerim Tarih ve gelecek, bendenizi haksız çıkarır.

Bu vesileyle tüm şehitlerimize Yüce Yaratıcıdan rahmet dilerim. Ruhları şad, mekânları cennet olsun. Geride kalanlarına da sabrı cemil niyaz ederim.

Neylersin ki vatan denen toprak, hiçbir zaman şehitsiz olmamıştır ve maalesef olmamaktadır. Bu esef edişimiz şehitlikle alakalı olmayıp, hayatının baharında rahmeti Rahmana uçanların kanının bedelini aynı ölçüde ödetebilen bir hukuk anlayışına sahip olmadığımızla ilgilidir. Yoksa bu aziz vatana bir değil bin can feda olsun. Yeter ki bu feda ediş yerini bulsun. Selam ve muhabbetle.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve canakkaleninsesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.