Çanakkale Haber

Yaşamın Kaynağı Ne Su Ne Toprak

BİLİM (İHA) - İhlas Haber Ajansı | 26.10.2014 - 20:09, Güncelleme: 26.10.2014 - 20:09 2605+ kez okundu.
 

Yaşamın Kaynağı Ne Su Ne Toprak

Kutsal kitaplara kulak verirsek, Adem ve Havva’nın yasak meyvenin tadını merak etmeleriyle başladı yeryüzünde bildiğimiz anlamda hayat, kadın doğurmaya, adam toprağı işleyip yiyecek elde etmeye. Oysa ne güzel ekmek elden su gölden mutlu mesut yaşıyorlardı Cennet Bahçesinde, onca meyve ellerinin altındayken bir elmanın tadından mahrum yaşasalar ne çıkacaktı sanki? Ama insan tabiatının olmazsa olmazı bu dürtü. Çünkü bir anlayışa göre, insan tamamlanmamış bir proje ve insanın binlerce yıllık serüveni kendini tamamlamak yolunda bir arayışın öyküsü, süreçte en büyük harekete geçirici güç ise merak. Ama o ilk huzurun kaybedilişi derin bir travma yaratmış olmalı insanda ki ta eskilerden beri tehlikeli görülmüş bilginin verili sınırları dışına çıkma isteği. Babil Kulesi hikayesini bilirsiniz. İnsanlar Tanrının gizlerine ulaşmak için ucu bulutların arasında bir kule inşa etmeye başlar fakat buna kızan Tanrı onların dillerini farklılaştırır ve bir anda kimse kimsenin dediğini anlayamaz olur. Böyle olunca da bir türlü tamamlanamaz inşaat, sonunda çöker.   Edebiyatta, sanatta, sinemada bilgiyi ararken yoldan çıkmış, kibrin ve bilginin verdiği gücün etkisiyle ruhları kirlenmiş ve daha fazlası için Şeytanla anlaşıp, sonsuzca lanetlenmiş bilim adamı tipine sıkça rastlarız.   Benzer bir örnek de Dr. Faustus’un hikayesidir. Ortaçağ Avrupa’sında anlatılagelen hikayeye göre bu isimde bir bilim adamı sonsuz bilgi karşılığında ruhunu Şeytana satar. Pek çok farklı versiyonları olan bu kıssanın en güzel anlatıldığı eserlerden biri Shakespeare’le çağdaş Christopher Marlowe’un oyunudur. Sonunda Faustus bu merakı yüzünden cehenneme gider. Oysa yüzyıllar sonra hikayeyi yeniden ele alan Goethe, Faust karakterini bu doymak bilmez bilgi arayışı nedeniyle bağışlanmaya değer görür. Ama ondan sonra da edebiyatta, sanatta, sinemada bilgiyi ararken yoldan çıkmış, kibrin ve bilginin verdiği gücün etkisiyle ruhları kirlenmiş ve daha fazlası için Şeytanla anlaşıp, sonsuzca lanetlenmiş bilim adamı tipine sıkça rastlarız. Bu yapıtlardan belki de en bilinenleri Frankenstein ile Dr. Jekyl ve Mr. Hyde’dır. Biri Tanrılığa soyunup yoktan bir insan var eden, diğeri kendi kişiliğini parçalayıp ikinci bir kişilik yani yine ayrı bir insan - oluşturmayı başaran bir başka doktorun trajedisini anlatır. Yine bir Ortaçağ hikayesinde İngiliz ozan Geoff rey Chaucer karısının sabrı ve uysallığının sınırlarını merak eden bir beyden söz eder. Bu bey yoksul bir kızla evlenirken ondan tüm emirlerine kayıtsız şartsız uyacağı sözünü alır. Sonraki yıllarda bir kızı olur, onu öldürteceğini söyleyip kadının kucağından alarak gizli bir yere yollar. Ardından doğan oğluna da aynı şey yapar. Zavallı anne iki büyük acıya da sabırla katlanır fakat kocasının merakı bir türlü tatmin olmaz. Bakalım bir teste daha dayanabilecek midir karısı? Yeniden evlenmek istediğini belirtip, o sıra on beş yaşına giren kızını gelin adayı olarak getirtir, karısına da gerdek odasını hazırlama görevi verir. Düğün gecesi eğlencede kızını tanıyan kadın buna dayanamaz, bey her şeyin bir oyun olduğunu söylese de oracıkta ölür. Chaucer bir başka hikayede yine merak konusunda uyarıda bulunarak bir kahramanını şöyle konuşturur: “İki şeyi merakta insan fazla ileri/ Gitmemeli: Bir Tanrı’nın, bir de karısının gizleri./ Belki Tanrı’nın işlerine dilediğince/Sokabilirsin burnunu ama diğerini pek kurcalama bence.”   Bizim de kültürümüzde de fazla meraklı olmanın zararları konusunda deyişler, uyarılar yer alır, masallarımızda kırkıncı odanın içinde ne olduğunu öğrenme isteğinin tehlikeli sonuçları anlatılır. Ama unutmayalım, biz bir üniversiteyiz ve işimiz merak etmek, Alfred Lord Tennyson’ın “Ulysses” adlı şiirinde dediği gibi “bilgiyi batan bir yıldız gibi insan düşüncesinin en uzak ufkuna kadar kovalamak… / savaşmak, aramak ve asla yılmamak.” Son olarak “Merakınız hiç sönmesin!” diyor, sizleri İskoçya doğumlu bir ozanın benzer duyguları anlatan dilimize sizin için çevirdiğim dizeleriyle selamlıyorum.   MERAK Öldürmüş olabilir kediyi; daha büyük olasılıkla kedi şanssızdı, o kadar, ya da merak ediyordu ölümün nasıl bir şey olduğunu; tahminen, patilerini yalamaya devam veya batınlarla yavruya babalık etmek için bir nedeni kalmamıştı zaten.   Ne yandan bakarsan bak, yeterince tehlikeli bir şey meraklı olmak: Hep söylenene inanmamak, görünüşe aldanmamak, sivri sorular sormak, hayalleri berbat etmek, evi terk etmek, fareleri koklamak ve sırtını dikleştirmek pek sevimli kılmıyor onu sualsiz kavuk ve kuyruk sallamanın rağbette olduğu hoş kokulu sepetler, duruma uygun kadınlar ve nefis yemeklere alışkın köpek çevrelerinde.   Yine de, merakı yüzünden ölmez kedi, ölürse merak yoksunluğundan ölür. Tam aksine, tepenin öte yamacını ya da yaşamın pastoral bir şiir olduğu o imkansız ülkeyi (gerçekte muhtemel bir cehennem olsa bile) görmek istemesi öldürmez kimseyi-   Meraklı olanlar… hayatta kalırlarsa, inanın, yalnızca onların anlatmaya değer bir şeyleri var.   Kedinin çok karılı, şehvet düşkünü, sorumsuz, tutarsız olduğundan, çocuklarını terk ettiğinden ve dokuz canlılığına dair masallarla akşam yemeklerinde soğuk rüzgarlar estirdiğinden söz ediyor köpekler. İyi ya işte, bırakın dokuz canlı ve çelişkili, değişmeye yeterince meraklı olsun ve her keresinde en az ilki kadar acı çekip ölerek ve tekrar tekrar ölerek ödemeye hazır olsun kedi payını. Gerçeği öğrenmek için güvenilir olan tek kaynak, sonuçta, bir kedinin dokuz canından geriye kalan.   Ve her cehennem dönüşü kedinin bize anlatacağı şu:   Ölmek yaşayanların işi, Ölmek sevenlerin işi, Ve ölü köpeklerden farksızdır Yaşamak için ölmek gerektiğini Bilmeyen kişi.   Alastair Reid    
Kutsal kitaplara kulak verirsek, Adem ve Havva’nın yasak meyvenin tadını merak etmeleriyle başladı yeryüzünde bildiğimiz anlamda hayat, kadın doğurmaya, adam toprağı işleyip yiyecek elde etmeye. Oysa ne güzel ekmek elden su gölden mutlu mesut yaşıyorlardı Cennet Bahçesinde, onca meyve ellerinin altındayken bir elmanın tadından mahrum yaşasalar ne çıkacaktı sanki? Ama insan tabiatının olmazsa olmazı bu dürtü. Çünkü bir anlayışa göre, insan tamamlanmamış bir proje ve insanın binlerce yıllık serüveni kendini tamamlamak yolunda bir arayışın öyküsü, süreçte en büyük harekete geçirici güç ise merak. Ama o ilk huzurun kaybedilişi derin bir travma yaratmış olmalı insanda ki ta eskilerden beri tehlikeli görülmüş bilginin verili sınırları dışına çıkma isteği. Babil Kulesi hikayesini bilirsiniz. İnsanlar Tanrının gizlerine ulaşmak için ucu bulutların arasında bir kule inşa etmeye başlar fakat buna kızan Tanrı onların dillerini farklılaştırır ve bir anda kimse kimsenin dediğini anlayamaz olur. Böyle olunca da bir türlü tamamlanamaz inşaat, sonunda çöker.   Edebiyatta, sanatta, sinemada bilgiyi ararken yoldan çıkmış, kibrin ve bilginin verdiği gücün etkisiyle ruhları kirlenmiş ve daha fazlası için Şeytanla anlaşıp, sonsuzca lanetlenmiş bilim adamı tipine sıkça rastlarız.   Benzer bir örnek de Dr. Faustus’un hikayesidir. Ortaçağ Avrupa’sında anlatılagelen hikayeye göre bu isimde bir bilim adamı sonsuz bilgi karşılığında ruhunu Şeytana satar. Pek çok farklı versiyonları olan bu kıssanın en güzel anlatıldığı eserlerden biri Shakespeare’le çağdaş Christopher Marlowe’un oyunudur. Sonunda Faustus bu merakı yüzünden cehenneme gider. Oysa yüzyıllar sonra hikayeyi yeniden ele alan Goethe, Faust karakterini bu doymak bilmez bilgi arayışı nedeniyle bağışlanmaya değer görür. Ama ondan sonra da edebiyatta, sanatta, sinemada bilgiyi ararken yoldan çıkmış, kibrin ve bilginin verdiği gücün etkisiyle ruhları kirlenmiş ve daha fazlası için Şeytanla anlaşıp, sonsuzca lanetlenmiş bilim adamı tipine sıkça rastlarız. Bu yapıtlardan belki de en bilinenleri Frankenstein ile Dr. Jekyl ve Mr. Hyde’dır. Biri Tanrılığa soyunup yoktan bir insan var eden, diğeri kendi kişiliğini parçalayıp ikinci bir kişilik yani yine ayrı bir insan - oluşturmayı başaran bir başka doktorun trajedisini anlatır. Yine bir Ortaçağ hikayesinde İngiliz ozan Geoff rey Chaucer karısının sabrı ve uysallığının sınırlarını merak eden bir beyden söz eder. Bu bey yoksul bir kızla evlenirken ondan tüm emirlerine kayıtsız şartsız uyacağı sözünü alır. Sonraki yıllarda bir kızı olur, onu öldürteceğini söyleyip kadının kucağından alarak gizli bir yere yollar. Ardından doğan oğluna da aynı şey yapar. Zavallı anne iki büyük acıya da sabırla katlanır fakat kocasının merakı bir türlü tatmin olmaz. Bakalım bir teste daha dayanabilecek midir karısı? Yeniden evlenmek istediğini belirtip, o sıra on beş yaşına giren kızını gelin adayı olarak getirtir, karısına da gerdek odasını hazırlama görevi verir. Düğün gecesi eğlencede kızını tanıyan kadın buna dayanamaz, bey her şeyin bir oyun olduğunu söylese de oracıkta ölür. Chaucer bir başka hikayede yine merak konusunda uyarıda bulunarak bir kahramanını şöyle konuşturur: “İki şeyi merakta insan fazla ileri/ Gitmemeli: Bir Tanrı’nın, bir de karısının gizleri./ Belki Tanrı’nın işlerine dilediğince/Sokabilirsin burnunu ama diğerini pek kurcalama bence.”   Bizim de kültürümüzde de fazla meraklı olmanın zararları konusunda deyişler, uyarılar yer alır, masallarımızda kırkıncı odanın içinde ne olduğunu öğrenme isteğinin tehlikeli sonuçları anlatılır. Ama unutmayalım, biz bir üniversiteyiz ve işimiz merak etmek, Alfred Lord Tennyson’ın “Ulysses” adlı şiirinde dediği gibi “bilgiyi batan bir yıldız gibi insan düşüncesinin en uzak ufkuna kadar kovalamak… / savaşmak, aramak ve asla yılmamak.” Son olarak “Merakınız hiç sönmesin!” diyor, sizleri İskoçya doğumlu bir ozanın benzer duyguları anlatan dilimize sizin için çevirdiğim dizeleriyle selamlıyorum.   MERAK Öldürmüş olabilir kediyi; daha büyük olasılıkla kedi şanssızdı, o kadar, ya da merak ediyordu ölümün nasıl bir şey olduğunu; tahminen, patilerini yalamaya devam veya batınlarla yavruya babalık etmek için bir nedeni kalmamıştı zaten.   Ne yandan bakarsan bak, yeterince tehlikeli bir şey meraklı olmak: Hep söylenene inanmamak, görünüşe aldanmamak, sivri sorular sormak, hayalleri berbat etmek, evi terk etmek, fareleri koklamak ve sırtını dikleştirmek pek sevimli kılmıyor onu sualsiz kavuk ve kuyruk sallamanın rağbette olduğu hoş kokulu sepetler, duruma uygun kadınlar ve nefis yemeklere alışkın köpek çevrelerinde.   Yine de, merakı yüzünden ölmez kedi, ölürse merak yoksunluğundan ölür. Tam aksine, tepenin öte yamacını ya da yaşamın pastoral bir şiir olduğu o imkansız ülkeyi (gerçekte muhtemel bir cehennem olsa bile) görmek istemesi öldürmez kimseyi-   Meraklı olanlar… hayatta kalırlarsa, inanın, yalnızca onların anlatmaya değer bir şeyleri var.   Kedinin çok karılı, şehvet düşkünü, sorumsuz, tutarsız olduğundan, çocuklarını terk ettiğinden ve dokuz canlılığına dair masallarla akşam yemeklerinde soğuk rüzgarlar estirdiğinden söz ediyor köpekler. İyi ya işte, bırakın dokuz canlı ve çelişkili, değişmeye yeterince meraklı olsun ve her keresinde en az ilki kadar acı çekip ölerek ve tekrar tekrar ölerek ödemeye hazır olsun kedi payını. Gerçeği öğrenmek için güvenilir olan tek kaynak, sonuçta, bir kedinin dokuz canından geriye kalan.   Ve her cehennem dönüşü kedinin bize anlatacağı şu:   Ölmek yaşayanların işi, Ölmek sevenlerin işi, Ve ölü köpeklerden farksızdır Yaşamak için ölmek gerektiğini Bilmeyen kişi.   Alastair Reid    
Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve canakkaleninsesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.